Avcılar ve toplayıcılar
Tarikat ve cemaatlerin mensubu olanlar için Ramazan ayı ayrıca heyecan kaynağıdır. (Buna bir de Kurban Bayramlarını ekleyebiliriz) Çünkü bu ay "paylaşma ayı" olarak da bilinir ve "avcı toplayıcılar" için bu kaçırılmaz bir fırsattır.
Tarikat ve cemaat olmanın ilk şartı, "uğruna, varlığını ve iradesini armağan etmek" sonra da "avcılık ve toplayıcılık" faaliyetleri ile “Allah'ın rızasını kazanmak" olmuş sanki. Bir de bunların sayıları da o kadar çoğaldı ki, bazen düşünmeden edemiyorum, acaba bu işte çok mu kâr var diye?
Hâlâ şunu anlamıyorum, ne için en ufak tarikat ve cemaat bile illâki kendilerine ait bir yardım kuruluşu kurmak için can atıyor da diğer Müslüman kardeşleri(!)nin yardım kuruluşları için fedakârca çalışmıyor? Ne için böyle oluyor? Ben söyleyeyim, çünkü kimse kimsenin ne imanına kefil ne adaletine ne sadâkatine ne de yoluna. Hepsi kendilerince bir yol tutmuş, bir şeyler yapmaya ve kendilerini tatmin etmeye çalışıyor da onun için. Hiçbiri de topladığı bağışlardan ve yardımlardan "rakip takımın" taraftarına koklatmıyor fakat, ta Afrika'da, Asya'da hatta Uzakdoğu ve uzak Asya'da yardım edilecek birilerini bulup onlara kadar ulaştırabiliyorlar. Bu şekilde hem kendi inançlarını yaymak hem de tanınabilir olmak istiyorlar. Bir nevi "reklâm ve halkla ilişkiler" çalışması yani.
Derenin taşıyla derenin kuşunu vuruyorlar. Milleti sürekli "hayır işleri" için didikleyip duruyorlar. Sürekli bir bahane ile önce toplayıp sonra da dağıtıyorlar. Vallahi tam bir saadet zinciri. Biraz ağır kaçabilir belki ama sistem olarak tam bir "ponzi sistemi" gibi çalışıyorlar. (Mesela zamanımıza en yakın ponzi sistemi için örnek, meşhur Çiftlikbank olayıdır.)
Yanlış anlaşılmasın diye özellikle söyleyeyim, bu bir "sistem" eleştirisidir. Sisteme dahil olup Allah rızası için bağış yapanlara bir sözüm yok. Sisteme dahil olanlar açısından bakarsanız, onlar imkanları ölçüsünde bağışta bulunarak hem "Allah rızası için" infak etmiş oluyorlar hem de cemaatlerine destek olmuş oluyorlar. Kendi cemaatlerinin faaliyetleri büyüdükçe bundan haz alıp bir nevî tatmin yaşıyorlar. Belki de kapı komşularının ihtiyaçlarından haberleri bile yoktur ama Afrika'da bir köyde açılan bir su kuyusu onlar için mükemmel bir "hayır işi" olmuş oluyor. Bunu en başarılı şekilde "Kimse yok mu derneği" yapıyordu eskiden. O zamanlar "cemaat" diye bilinen bu derneğin sahipleri, kendilerine ait TV kanalları ve diğer ortamlarda, yapılan üç beş "hizmet" ve "hayır" faaliyetini cemaat mensuplarına izlettirerek, sisteme daha fazla insan katabilmek için göz boyuyorlardı. Diğer cemaatler de aynı şeyi imkanları nispetinde yapıyorlar tabi. İnsanlar bağışladıkları paraların nerelerde kullanıldığını gördüklerinde bu işe daha fazla katkı sağlamak isterler çünkü.
Bir kez daha tekrar edeyim, işlerini hakkıyla yapanlara hiçbir sözüm yok, burada yaptığım eleştiri bu sistemi istismar edenlere ve sistemin kendisinedir.
Artık sayıları ne kadar oldu onu bile sayamıyoruz. Eskiden bir Kızılay vardı. Sonra Diyanet vakfı, İHH, Deniz Feneri, AFAD filan derken işler çığırından çıktı. Yine "Kimse Yok mu derneğini" örnek vereyim. FETÖ çökertilirken, az kirli çorapları çıkmamıştı bunların. Toplanan paraların nerelere harcandığını ancak o zaman öğrenebilmiştik biraz da olsa.
Devlet, bu kurum ve kuruluşları ne kadar denetleyebiliyor acaba, para giriş çıkışları ne kadar şeffaf? Oysaki bu yardım kuruluşlarının olabildiğince şeffaf olmaları ve internet sitelerinde tüm detayları ile bağışçılarına ve kamuoyuna bilgi vermeleri gerekmiyor mu? Şu anda bu yapılıyor mu, hiç sanmıyorum.
Borsada işlem gören halka açık şirketler bile bağımsız denetçiler tarafından denetlenmek ve sürekli KAP'a yani Kamuoyu Aydınlatma Platformu'na açıklama yapmak zorunda iken bu tarikatların ve cemaatlerin ellerindeki yardım kuruluşları için neden böyle bir zorunluluk yok?
Gerçi, "avcılık ve toplayıcılık" denildi mi kimse devletin eline su bile dökemez. Vergiler, harçlar, ücretler ve cezalar derken bir de buna devlet eliyle ve değişik isimlerle yapılan bağış kampanyalarını da eklersek, "toplayıcılık" ile toplanan devasa bir paradan söz ediyoruz. Daha henüz devletin topladıklarının bile nasıl harcandığına dair şeffaf bir yönetim tarzı görebilmiş değiliz. Tabi bu demek değil ki, devlet de dahil her bağış toplayan, paraları çarçur edip başka yerlere harcıyor. Fakat keşke, özellikle bu konuda, maksimum bir şeffaflık kültürü ortaya konulmuş olsaydı ne olurdu sanki. Üstelik bunu "zorunluluk" olarak değil de "sorumluluk" gereği yapmak gerekmiyor mu?
Gerçekten çok merak ediyorum, Kızılay, Yeşilay, AFAD, Mehmetçik Vakfı, Diyanet vakfı, İHH, Deniz Feneri ve diğer irili ufaklı binlerce vakıfların, derneklerin ve yardım kuruluşlarının tamamının bir yılda çevirdiği para ne kadardır acaba? Böyle bir istatistik açıklandı mı hiç, bilen, gören ya da duyan var mı? Varsa lütfen bana da söylesin. Ülke resmen "sadaka-bağış" ekonomisi ile yönetiliyor. Bu gerçekten çok büyük bir ekonomi doğuruyor. Düşünsenize, satın alınıp ihtiyacı olanlara bağışlanan çadırlar, tıbbî malzemeler, giyecekler, gıda malzemeleri, temizlik malzemeleri, inşaat malzemeleri, eğitim masrafları, basın yayın malzemeleri, reklam harcamaları, ulaşım harcamaları ve daha aklıma gelmeyen, sayamadığım pek çok kalemde müthiş bir ekonomik harekete sebep oluyor bu yardım faaliyetleri.
*(Burada özellikle cevap bekleyen soru şu, alımı yapılan mal ve hizmetlerin tedarikçileri kimlerden ve ne şekilde seçiliyor acaba? Çünkü çok ufak fiyat farkları bile alınan mal miktarı düşünüldüğünde çok büyük fiyat farkları ortaya çıkmasına sebep olabiliyor. Bu fiyat farkları da istismar edilmeye çok müsait bir durum doğurduğu için bu süreçlerin çok şeffaf şekilde yürütülmesi, kurumların itibarı ve hayırseverlerin haklarının korunması açısından çok önem arz ediyor.)
Hepsi birbirinin benzeri olarak çoğalan bir sistem bu. Şöyle ki; adamın biri, bir cadde üzerinde berber dükkanı açıyor, yanına bir de çırak ve kalfa almış. Bir süre sonra kalfa bakıyor ki işler gayet güzel. Ustasının yanından ayrılıp aynı cadde üzerinde kendisine yeni bir berber dükkanı açıyor. Bir süre sonra işi öğrenen çırak da gözlerini açıyor ve o da ustasından ayrılıp aynı cadde üzerinde kendisine berber dükkanı açıyor. Daha sonra bu usta, kalfa ve çırak, her biri yanına bir kalfa ve bir çırak alarak yeni dükkanlar açıyorlar. Bir süre sonra yeni kalfalar ve çıraklar da bakıyorlar ki bu iş gayet kârlı bir iş, onlarda ayrılıp diğerleri gibi önce aynı caddeye sonra da yan mahallelerdeki caddelerde kendilerine berber dükkanları açıyorlar. Bu iş böyle uzayıp gidiyor işte. Birkaç sene sonra adım başı berber dükkanı açılmıştır tüm mahallelerde.
Bu cemaatlerin yardım dernekleri de aynı buna benziyor işte. Hepsi de kendisini "Müslüman" diye isimlendiren bu "hacı abiler" ve "ablalar" ne için bir çatı altında toplanmak istemiyorlar peki? Neyi paylaşamıyorlar? Ortak amaçları ihtiyaç sahiplerine yardım ederek Allah'ı razı etmek ise ve aynı Allah'a inanıyorlar ise kendi cemaatlerini ön plana çıkartmak yerine hep birlikte bu işleri yaparak Allah'ı yüceltmeleri gerekmiyor mu? Belki bana çok kızacaklar ama aslında burada "yardım edilenler" üzerinden kendilerini besleyen bir sistem tıkır tıkır işlemektedir.
Ben, "Müslüman" deyince aklıma ilk önce "avcı ve toplayıcılar" gelsin istemiyorum. Allah insanı "yeryüzünün halifesi" olarak yaratmıştır. Yani bu şu demek; Müslümanlar yeryüzünün imârı ve idaresini Allah'ın değişmez kanunlarını referans alarak gerçekleştirmek ile görevlidirler. Varlık sebepleri budur. Fakat yüzyıllardır Müslümanlar, yeryüzünden ve dünyadan vazgeçmiş bir halde "aşkın dünya" düşüncesi ile tüm hedeflerini sadece ölümden sonraki hayata yöneltmişlerdir. Halifeliği bile sadece siyasi istismar malzemesi yapmış ve hiç olmaması gereken işlere alet etmişlerdir.
Müslümanlar bilim üretmeli, teknoloji üretmeli, sanat üretmeli, değer üretmeli ve referans kaynağı olan "ilahi iradeye" dayanan yasa ve kanunlar üreterek, adalet ekseninde yeryüzünün idaresini gerçekleştirmelidirler. Sadece insanların biyolojik açlıklarını giderip onların bedenî ihtiyaçlarını görmek ne İslam'ı ne de Müslümanları "daha ileriye" götürmez.
Dünya "şeytanlara" terk edilecek kadar değersiz bir gezegen değildir. Onun için mutlaka mevcut "yol" değiştirilmeli ve "yeryüzü halifeliği" misyonuna dönülmelidir. Müslümanlar, insanların sadece ahiretlerinden değil ilk önce dünyalarından sorumludurlar. Ancak dünyalarından sorumlu olmaları demek de sadece karınlarını doyurup hastalıklarını iyileştirmek demek değildir. Bunların yanında asıl amaç, insanları hak ve adalet ekseninde bir hayata kavuşturacak formüller ve öneriler geliştirmek ve bunun için çalışma yapmaktır.
Allahu Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur:
Siz, insanlığın iyiliği için çıkarılmış hayırlı bir topluluksunuz; doğru olanı emreder, eğri olandan alıkoyarsınız ve Allah'a inanırsınız.
(Âl-i İmran 110)
Tarikat ve cemaat olmanın ilk şartı, "uğruna, varlığını ve iradesini armağan etmek" sonra da "avcılık ve toplayıcılık" faaliyetleri ile “Allah'ın rızasını kazanmak" olmuş sanki. Bir de bunların sayıları da o kadar çoğaldı ki, bazen düşünmeden edemiyorum, acaba bu işte çok mu kâr var diye?
Hâlâ şunu anlamıyorum, ne için en ufak tarikat ve cemaat bile illâki kendilerine ait bir yardım kuruluşu kurmak için can atıyor da diğer Müslüman kardeşleri(!)nin yardım kuruluşları için fedakârca çalışmıyor? Ne için böyle oluyor? Ben söyleyeyim, çünkü kimse kimsenin ne imanına kefil ne adaletine ne sadâkatine ne de yoluna. Hepsi kendilerince bir yol tutmuş, bir şeyler yapmaya ve kendilerini tatmin etmeye çalışıyor da onun için. Hiçbiri de topladığı bağışlardan ve yardımlardan "rakip takımın" taraftarına koklatmıyor fakat, ta Afrika'da, Asya'da hatta Uzakdoğu ve uzak Asya'da yardım edilecek birilerini bulup onlara kadar ulaştırabiliyorlar. Bu şekilde hem kendi inançlarını yaymak hem de tanınabilir olmak istiyorlar. Bir nevi "reklâm ve halkla ilişkiler" çalışması yani.
Derenin taşıyla derenin kuşunu vuruyorlar. Milleti sürekli "hayır işleri" için didikleyip duruyorlar. Sürekli bir bahane ile önce toplayıp sonra da dağıtıyorlar. Vallahi tam bir saadet zinciri. Biraz ağır kaçabilir belki ama sistem olarak tam bir "ponzi sistemi" gibi çalışıyorlar. (Mesela zamanımıza en yakın ponzi sistemi için örnek, meşhur Çiftlikbank olayıdır.)
Yanlış anlaşılmasın diye özellikle söyleyeyim, bu bir "sistem" eleştirisidir. Sisteme dahil olup Allah rızası için bağış yapanlara bir sözüm yok. Sisteme dahil olanlar açısından bakarsanız, onlar imkanları ölçüsünde bağışta bulunarak hem "Allah rızası için" infak etmiş oluyorlar hem de cemaatlerine destek olmuş oluyorlar. Kendi cemaatlerinin faaliyetleri büyüdükçe bundan haz alıp bir nevî tatmin yaşıyorlar. Belki de kapı komşularının ihtiyaçlarından haberleri bile yoktur ama Afrika'da bir köyde açılan bir su kuyusu onlar için mükemmel bir "hayır işi" olmuş oluyor. Bunu en başarılı şekilde "Kimse yok mu derneği" yapıyordu eskiden. O zamanlar "cemaat" diye bilinen bu derneğin sahipleri, kendilerine ait TV kanalları ve diğer ortamlarda, yapılan üç beş "hizmet" ve "hayır" faaliyetini cemaat mensuplarına izlettirerek, sisteme daha fazla insan katabilmek için göz boyuyorlardı. Diğer cemaatler de aynı şeyi imkanları nispetinde yapıyorlar tabi. İnsanlar bağışladıkları paraların nerelerde kullanıldığını gördüklerinde bu işe daha fazla katkı sağlamak isterler çünkü.
Bir kez daha tekrar edeyim, işlerini hakkıyla yapanlara hiçbir sözüm yok, burada yaptığım eleştiri bu sistemi istismar edenlere ve sistemin kendisinedir.
Artık sayıları ne kadar oldu onu bile sayamıyoruz. Eskiden bir Kızılay vardı. Sonra Diyanet vakfı, İHH, Deniz Feneri, AFAD filan derken işler çığırından çıktı. Yine "Kimse Yok mu derneğini" örnek vereyim. FETÖ çökertilirken, az kirli çorapları çıkmamıştı bunların. Toplanan paraların nerelere harcandığını ancak o zaman öğrenebilmiştik biraz da olsa.
Devlet, bu kurum ve kuruluşları ne kadar denetleyebiliyor acaba, para giriş çıkışları ne kadar şeffaf? Oysaki bu yardım kuruluşlarının olabildiğince şeffaf olmaları ve internet sitelerinde tüm detayları ile bağışçılarına ve kamuoyuna bilgi vermeleri gerekmiyor mu? Şu anda bu yapılıyor mu, hiç sanmıyorum.
Borsada işlem gören halka açık şirketler bile bağımsız denetçiler tarafından denetlenmek ve sürekli KAP'a yani Kamuoyu Aydınlatma Platformu'na açıklama yapmak zorunda iken bu tarikatların ve cemaatlerin ellerindeki yardım kuruluşları için neden böyle bir zorunluluk yok?
Gerçi, "avcılık ve toplayıcılık" denildi mi kimse devletin eline su bile dökemez. Vergiler, harçlar, ücretler ve cezalar derken bir de buna devlet eliyle ve değişik isimlerle yapılan bağış kampanyalarını da eklersek, "toplayıcılık" ile toplanan devasa bir paradan söz ediyoruz. Daha henüz devletin topladıklarının bile nasıl harcandığına dair şeffaf bir yönetim tarzı görebilmiş değiliz. Tabi bu demek değil ki, devlet de dahil her bağış toplayan, paraları çarçur edip başka yerlere harcıyor. Fakat keşke, özellikle bu konuda, maksimum bir şeffaflık kültürü ortaya konulmuş olsaydı ne olurdu sanki. Üstelik bunu "zorunluluk" olarak değil de "sorumluluk" gereği yapmak gerekmiyor mu?
Gerçekten çok merak ediyorum, Kızılay, Yeşilay, AFAD, Mehmetçik Vakfı, Diyanet vakfı, İHH, Deniz Feneri ve diğer irili ufaklı binlerce vakıfların, derneklerin ve yardım kuruluşlarının tamamının bir yılda çevirdiği para ne kadardır acaba? Böyle bir istatistik açıklandı mı hiç, bilen, gören ya da duyan var mı? Varsa lütfen bana da söylesin. Ülke resmen "sadaka-bağış" ekonomisi ile yönetiliyor. Bu gerçekten çok büyük bir ekonomi doğuruyor. Düşünsenize, satın alınıp ihtiyacı olanlara bağışlanan çadırlar, tıbbî malzemeler, giyecekler, gıda malzemeleri, temizlik malzemeleri, inşaat malzemeleri, eğitim masrafları, basın yayın malzemeleri, reklam harcamaları, ulaşım harcamaları ve daha aklıma gelmeyen, sayamadığım pek çok kalemde müthiş bir ekonomik harekete sebep oluyor bu yardım faaliyetleri.
*(Burada özellikle cevap bekleyen soru şu, alımı yapılan mal ve hizmetlerin tedarikçileri kimlerden ve ne şekilde seçiliyor acaba? Çünkü çok ufak fiyat farkları bile alınan mal miktarı düşünüldüğünde çok büyük fiyat farkları ortaya çıkmasına sebep olabiliyor. Bu fiyat farkları da istismar edilmeye çok müsait bir durum doğurduğu için bu süreçlerin çok şeffaf şekilde yürütülmesi, kurumların itibarı ve hayırseverlerin haklarının korunması açısından çok önem arz ediyor.)
Hepsi birbirinin benzeri olarak çoğalan bir sistem bu. Şöyle ki; adamın biri, bir cadde üzerinde berber dükkanı açıyor, yanına bir de çırak ve kalfa almış. Bir süre sonra kalfa bakıyor ki işler gayet güzel. Ustasının yanından ayrılıp aynı cadde üzerinde kendisine yeni bir berber dükkanı açıyor. Bir süre sonra işi öğrenen çırak da gözlerini açıyor ve o da ustasından ayrılıp aynı cadde üzerinde kendisine berber dükkanı açıyor. Daha sonra bu usta, kalfa ve çırak, her biri yanına bir kalfa ve bir çırak alarak yeni dükkanlar açıyorlar. Bir süre sonra yeni kalfalar ve çıraklar da bakıyorlar ki bu iş gayet kârlı bir iş, onlarda ayrılıp diğerleri gibi önce aynı caddeye sonra da yan mahallelerdeki caddelerde kendilerine berber dükkanları açıyorlar. Bu iş böyle uzayıp gidiyor işte. Birkaç sene sonra adım başı berber dükkanı açılmıştır tüm mahallelerde.
Bu cemaatlerin yardım dernekleri de aynı buna benziyor işte. Hepsi de kendisini "Müslüman" diye isimlendiren bu "hacı abiler" ve "ablalar" ne için bir çatı altında toplanmak istemiyorlar peki? Neyi paylaşamıyorlar? Ortak amaçları ihtiyaç sahiplerine yardım ederek Allah'ı razı etmek ise ve aynı Allah'a inanıyorlar ise kendi cemaatlerini ön plana çıkartmak yerine hep birlikte bu işleri yaparak Allah'ı yüceltmeleri gerekmiyor mu? Belki bana çok kızacaklar ama aslında burada "yardım edilenler" üzerinden kendilerini besleyen bir sistem tıkır tıkır işlemektedir.
Ben, "Müslüman" deyince aklıma ilk önce "avcı ve toplayıcılar" gelsin istemiyorum. Allah insanı "yeryüzünün halifesi" olarak yaratmıştır. Yani bu şu demek; Müslümanlar yeryüzünün imârı ve idaresini Allah'ın değişmez kanunlarını referans alarak gerçekleştirmek ile görevlidirler. Varlık sebepleri budur. Fakat yüzyıllardır Müslümanlar, yeryüzünden ve dünyadan vazgeçmiş bir halde "aşkın dünya" düşüncesi ile tüm hedeflerini sadece ölümden sonraki hayata yöneltmişlerdir. Halifeliği bile sadece siyasi istismar malzemesi yapmış ve hiç olmaması gereken işlere alet etmişlerdir.
Müslümanlar bilim üretmeli, teknoloji üretmeli, sanat üretmeli, değer üretmeli ve referans kaynağı olan "ilahi iradeye" dayanan yasa ve kanunlar üreterek, adalet ekseninde yeryüzünün idaresini gerçekleştirmelidirler. Sadece insanların biyolojik açlıklarını giderip onların bedenî ihtiyaçlarını görmek ne İslam'ı ne de Müslümanları "daha ileriye" götürmez.
Dünya "şeytanlara" terk edilecek kadar değersiz bir gezegen değildir. Onun için mutlaka mevcut "yol" değiştirilmeli ve "yeryüzü halifeliği" misyonuna dönülmelidir. Müslümanlar, insanların sadece ahiretlerinden değil ilk önce dünyalarından sorumludurlar. Ancak dünyalarından sorumlu olmaları demek de sadece karınlarını doyurup hastalıklarını iyileştirmek demek değildir. Bunların yanında asıl amaç, insanları hak ve adalet ekseninde bir hayata kavuşturacak formüller ve öneriler geliştirmek ve bunun için çalışma yapmaktır.
Allahu Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur:
Siz, insanlığın iyiliği için çıkarılmış hayırlı bir topluluksunuz; doğru olanı emreder, eğri olandan alıkoyarsınız ve Allah'a inanırsınız.
(Âl-i İmran 110)
Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.