Yavuz Sultan Selim ve Devletin itibarı!..
Yavuz Sultan Selim devri…
Venedik, Antonio Justiniani'yi İstanbul'a elçi olarak gönderir.
Doğal olarak, İtimatname'yi sunmak için Padişah'a gelecek ve huzura çıkacaktır. Başta Sadrazam olmak üzere diğer saray eşrafı biraz sıkkın ve tedirgindir.
Çünkü gösterişten hoşlanmayan, her türlü israf ve debdebeye karşı olan giyim-kuşamda sadeliği seven padişahtan dolayı hepsinin kıyafeti hem çok sade ve hem de biraz eskimiştir.
Gelen, yabancı bir elçi, kendileri de Devlet-i Aliye'nin üst düzey yöneticileri (bugünkü bakanları gibi) olunca, hiç olmazsa devletin itibarı ve azametinin yansıtılması için yeni ve daha şık kıyafetler giymeleri gerektiğini düşünürler.
Bu durumu padişaha söylemek için sözleşirler.
Ama asıl zorluk ondan sonra başlamaktadır; ciddiyeti/celali ve bu konulara olan hassasiyeti yüksek olan Yavuz'a bunu kim söyleyecek/söylemeye cesaret edebilecek?
Sadrazam Hersekzade Ahmet Paşa'ya "sen söyle" derler,
Ahmet Paşa, her ne kadar çekinse de "tamam" der ve uygun bir vakitte cesaretini toplayıp padişaha durumu arz eder.
Söyler ama bir yandan da yutkuna yutkuna ve içten içe "şimdi bittim işte…" diyerek padişahın cevabını bekler.
Ama Yavuz, Paşa'yı şaşırtacak ölçüde sakin bir şekilde,
"Doğru, haklısın paşa,
Yeni kıyafetler giymek münasiptir" der…
Vezirler ve diğer saray bürokrasisi bunu duyar da durur mu…
Hemen en kaliteli kumaşlardan, ipekli ve sırmalı muhteşem elbiseler diktirirler. Tabi aynı şeyi padişahın da yapacağını düşünürler.
Çünkü kendilerine izin verdiyse, kendisi de hayda hayda yapacaktır…
Malum gün gelip çatar,
Elçi daha gelmeden önce, Topkapı Sarayı'nda Kubbealtı'nda divan (Bakanlar Kurulu) toplanır.
Sonra hep beraber arz odasına/Elçinin kabul edileceği odaya varırlar.
Padişahı görünce bir anda hayret ve şaşkınlık içine düşerler.
Çünkü Hünkâr, yine o sade elbiseleri içindedir.
Bir, yeni diktirdikleri süslü/ipekli muhteşem kılıklarına bakarlar bir de, padişahın yalın/sade ve yeni olmayan kıyafetine…
Hem utanırlar hem korkarlar..
Hünkar ise büyük bir vakur ve izzet içinde arz odasındaki tahtına oturmuş, meşhur keskin kılıcını tahtın basamağına koymuştu.
Yavuz Selim bu; cesur olduğu kadar da akıllı,
Tavizsiz olduğu kadar da diplomatik,
Dobra olduğu kadar da stratejik bir lider.
Hele de, muhatap ecnebi bir yetkiliyse; ortamdaki eşyalardan söylenecek söze kadar son derece ince/akıllı-akılcı ve imaj oluşturucu bir yaklaşımı hep vardır.
Bu bağlamda, müthiş ustalıkla yapılmış kılıcı da, algı yönetiminin önemli unsurlarından biridir hatta başta gelenidir.
Elçiyi kabul vakti bile özenle seçilmiştir.
Karşı pencereden gün ışığı vurmakta ve kılıçta oluşturduğu parıltı göz kamaştırmaktadır.
Mecaz olarak değil; ışık, yansıma nedeniyle gerçekten insanın gözünü kamaştırmaktadır.
Hal ve ortam böyleyken, vezirler ve diğer eşraf kendilerini toplamaya bile vakit bulamadan elçinin geldiği haber verilir ve huzura alınır.
Elçi, İtimatname'sini takdim eder.
Hünkâr, bir süre elçiyle konuştuktan sonra gitmesine izin verir.
Elçinin çıkmasına müteakip, padişah, Hersekzade Ahmet Paşaya döner ve der ki;
"Paşa,
Var elçiye sor bakalım bizi nasıl bulmuş?"
Hersekzade saygı ve ihtimamla "hemen hünkarım" der ve çıkar.
Herkes beklemekte,
Arz odasında konuşulanların, dışarıdan duyulmasına engel olmak için kullanılan çeşmenin şırıltısı haricinde çıt yok…
Kısa süren ama huzurdakiler için geçmek bilmeyen az bir süre sonra, kapı açılır ve Sadrazam girer.
Padişah, adeta oradakilerin de duymasını ve gerekli dersler çıkartmasını istercesine net ve tok bir sesle;
"Sordun mu paşa?" diye seslenir.
Ahmet Paşa'nın cevabı oldukça manidardır:
"Sordum Hünkârım,
Elçi şöyle dedi;
Padişahın kılıcının parıltısı öyle gözümü aldı ki; bırakın ne giyindiğini; kendilerini bile göremedim!.."
Bunu duyan Yavuz Sultan Selim "gördünüz mü/şimdi anladınız mı" dercesine huzurdakilere bakar ve inceden gülümser,
Sonra ayağa kalkar ve basamakta duran kılıcı göstererek bugün bile devletlülere ders olacak şu sözleri söyler;
"İşte budur,
Kılıcımızın ağzı kestikçe ve ışığı göz kamaştırdıkça düşmanın gözü bizi görmez…
Ama Allah esirgesin,
Bir gün kesmez olur ve parıldamazsa; işte o zaman, düşmanlar hem görür ve hem de bize tepeden bakar!.."
Kıssadan Hisse
Nasrettin Hoca'nın dediği gibi "keramet kürkte değildir".
Devletin itibarı da öyle,
Ne giyimde ne lükste; Hünkar'ın aklında/devletin gücünde/kılıcın kesmesindedir.
Buradaki kılıç bir semboldür,
Devletin hükmü/adaleti ve yerine getirdiği sözü o devletin itibarıdır, izzetidir ve göz kamaştıran kılıcıdır!
Yavuz, yalın/sade/basit giyinirdi.
Hatta neden böyle giyindiği sorulduğunda, "vezirler ve beyler padişaha şirin görünmek için şık giyinebilirler. Biz kime şirin görüneceğiz ki…" der ve "bizden öncekiler, vücudun dışına/giyilen libasa değil, içerdeki cevhere/liyakat ve ehliyete bakardı" diye söylerdi.
İşte bu Yavuz, "bu dünya bir padişaha çok, iki padişaha az" diyecek güçte hükümran olmuş/saygı ve itibar görmüş, temsil ettiği devlet üç cihanda vücut bulup halklar tarafından tercih edilmişti.
Neden?
Adalet/hukuk/ehliyet-liyakat gibi kurallara riayet ettiği,
Kayırmacılıktan uzak/objektif hükümlerle hareket ettiği,
İstişare ve itirazı reddetmediği,
Halklara, dozunda otorite, gereğinde şefkat gösterdiği ve herkesçe itibar edildiği içindi…
Yavuz öldüğünde, İbn-i Kemal onun için şöyle demişti;
"Şems-i asr idi, asırda şemsin,
Zılli memdûd olur, zamanı kasir…"
Yani mealen;
"Az zamanda çok işler başarmıştı.
Gölgesi bütün cihanı tutmuştu.
O, ikindi güneşi idi.
Bu vakitte güneşin gölgesi uzun, ömrü de kısa olur." demişti.
Ne kadar güzel anlatmış değil mi!
Sonuç:
Keramet, ne kavukta ne de kürkte,
Devletin itibarı adalet denen mülkte,
Hünkarın sözünde,
Kılıcının öcünde,
Sözünün gücünde,
Adaletinin gölgesinde…
Eğer ki;
Hünkar mülkü, malı görür,
Üleşir, üleştirir,
Devletin itibarı libasa indirgenir,
Ve en kötüsü,
Ehliyetsiz ellerde,
Devletin itibarı yerlere serilirse,
İşte o zaman;
Kılıcın kesmez, göz kamaştırmaz,
Sözün dinlenmez,
Eloğlu iplemez,
Elçi gelir; yüzüne de bakar gözüne de bakar,
İtibarı libastan ibaret devlete kafa tutar,
Hünkar'a caka satar.
Ve son tahlilde; oyun kurar, oyuncak yapar,
Fark edemeden daha; seni, oyuna figüran yapar!
Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah'a emanet olun sevgili okurlar.
Venedik, Antonio Justiniani'yi İstanbul'a elçi olarak gönderir.
Doğal olarak, İtimatname'yi sunmak için Padişah'a gelecek ve huzura çıkacaktır. Başta Sadrazam olmak üzere diğer saray eşrafı biraz sıkkın ve tedirgindir.
Çünkü gösterişten hoşlanmayan, her türlü israf ve debdebeye karşı olan giyim-kuşamda sadeliği seven padişahtan dolayı hepsinin kıyafeti hem çok sade ve hem de biraz eskimiştir.
Gelen, yabancı bir elçi, kendileri de Devlet-i Aliye'nin üst düzey yöneticileri (bugünkü bakanları gibi) olunca, hiç olmazsa devletin itibarı ve azametinin yansıtılması için yeni ve daha şık kıyafetler giymeleri gerektiğini düşünürler.
Bu durumu padişaha söylemek için sözleşirler.
Ama asıl zorluk ondan sonra başlamaktadır; ciddiyeti/celali ve bu konulara olan hassasiyeti yüksek olan Yavuz'a bunu kim söyleyecek/söylemeye cesaret edebilecek?
Sadrazam Hersekzade Ahmet Paşa'ya "sen söyle" derler,
Ahmet Paşa, her ne kadar çekinse de "tamam" der ve uygun bir vakitte cesaretini toplayıp padişaha durumu arz eder.
Söyler ama bir yandan da yutkuna yutkuna ve içten içe "şimdi bittim işte…" diyerek padişahın cevabını bekler.
Ama Yavuz, Paşa'yı şaşırtacak ölçüde sakin bir şekilde,
"Doğru, haklısın paşa,
Yeni kıyafetler giymek münasiptir" der…
Vezirler ve diğer saray bürokrasisi bunu duyar da durur mu…
Hemen en kaliteli kumaşlardan, ipekli ve sırmalı muhteşem elbiseler diktirirler. Tabi aynı şeyi padişahın da yapacağını düşünürler.
Çünkü kendilerine izin verdiyse, kendisi de hayda hayda yapacaktır…
Malum gün gelip çatar,
Elçi daha gelmeden önce, Topkapı Sarayı'nda Kubbealtı'nda divan (Bakanlar Kurulu) toplanır.
Sonra hep beraber arz odasına/Elçinin kabul edileceği odaya varırlar.
Padişahı görünce bir anda hayret ve şaşkınlık içine düşerler.
Çünkü Hünkâr, yine o sade elbiseleri içindedir.
Bir, yeni diktirdikleri süslü/ipekli muhteşem kılıklarına bakarlar bir de, padişahın yalın/sade ve yeni olmayan kıyafetine…
Hem utanırlar hem korkarlar..
Hünkar ise büyük bir vakur ve izzet içinde arz odasındaki tahtına oturmuş, meşhur keskin kılıcını tahtın basamağına koymuştu.
Yavuz Selim bu; cesur olduğu kadar da akıllı,
Tavizsiz olduğu kadar da diplomatik,
Dobra olduğu kadar da stratejik bir lider.
Hele de, muhatap ecnebi bir yetkiliyse; ortamdaki eşyalardan söylenecek söze kadar son derece ince/akıllı-akılcı ve imaj oluşturucu bir yaklaşımı hep vardır.
Bu bağlamda, müthiş ustalıkla yapılmış kılıcı da, algı yönetiminin önemli unsurlarından biridir hatta başta gelenidir.
Elçiyi kabul vakti bile özenle seçilmiştir.
Karşı pencereden gün ışığı vurmakta ve kılıçta oluşturduğu parıltı göz kamaştırmaktadır.
Mecaz olarak değil; ışık, yansıma nedeniyle gerçekten insanın gözünü kamaştırmaktadır.
Hal ve ortam böyleyken, vezirler ve diğer eşraf kendilerini toplamaya bile vakit bulamadan elçinin geldiği haber verilir ve huzura alınır.
Elçi, İtimatname'sini takdim eder.
Hünkâr, bir süre elçiyle konuştuktan sonra gitmesine izin verir.
Elçinin çıkmasına müteakip, padişah, Hersekzade Ahmet Paşaya döner ve der ki;
"Paşa,
Var elçiye sor bakalım bizi nasıl bulmuş?"
Hersekzade saygı ve ihtimamla "hemen hünkarım" der ve çıkar.
Herkes beklemekte,
Arz odasında konuşulanların, dışarıdan duyulmasına engel olmak için kullanılan çeşmenin şırıltısı haricinde çıt yok…
Kısa süren ama huzurdakiler için geçmek bilmeyen az bir süre sonra, kapı açılır ve Sadrazam girer.
Padişah, adeta oradakilerin de duymasını ve gerekli dersler çıkartmasını istercesine net ve tok bir sesle;
"Sordun mu paşa?" diye seslenir.
Ahmet Paşa'nın cevabı oldukça manidardır:
"Sordum Hünkârım,
Elçi şöyle dedi;
Padişahın kılıcının parıltısı öyle gözümü aldı ki; bırakın ne giyindiğini; kendilerini bile göremedim!.."
Bunu duyan Yavuz Sultan Selim "gördünüz mü/şimdi anladınız mı" dercesine huzurdakilere bakar ve inceden gülümser,
Sonra ayağa kalkar ve basamakta duran kılıcı göstererek bugün bile devletlülere ders olacak şu sözleri söyler;
"İşte budur,
Kılıcımızın ağzı kestikçe ve ışığı göz kamaştırdıkça düşmanın gözü bizi görmez…
Ama Allah esirgesin,
Bir gün kesmez olur ve parıldamazsa; işte o zaman, düşmanlar hem görür ve hem de bize tepeden bakar!.."
Kıssadan Hisse
Nasrettin Hoca'nın dediği gibi "keramet kürkte değildir".
Devletin itibarı da öyle,
Ne giyimde ne lükste; Hünkar'ın aklında/devletin gücünde/kılıcın kesmesindedir.
Buradaki kılıç bir semboldür,
Devletin hükmü/adaleti ve yerine getirdiği sözü o devletin itibarıdır, izzetidir ve göz kamaştıran kılıcıdır!
Yavuz, yalın/sade/basit giyinirdi.
Hatta neden böyle giyindiği sorulduğunda, "vezirler ve beyler padişaha şirin görünmek için şık giyinebilirler. Biz kime şirin görüneceğiz ki…" der ve "bizden öncekiler, vücudun dışına/giyilen libasa değil, içerdeki cevhere/liyakat ve ehliyete bakardı" diye söylerdi.
İşte bu Yavuz, "bu dünya bir padişaha çok, iki padişaha az" diyecek güçte hükümran olmuş/saygı ve itibar görmüş, temsil ettiği devlet üç cihanda vücut bulup halklar tarafından tercih edilmişti.
Neden?
Adalet/hukuk/ehliyet-liyakat gibi kurallara riayet ettiği,
Kayırmacılıktan uzak/objektif hükümlerle hareket ettiği,
İstişare ve itirazı reddetmediği,
Halklara, dozunda otorite, gereğinde şefkat gösterdiği ve herkesçe itibar edildiği içindi…
Yavuz öldüğünde, İbn-i Kemal onun için şöyle demişti;
"Şems-i asr idi, asırda şemsin,
Zılli memdûd olur, zamanı kasir…"
Yani mealen;
"Az zamanda çok işler başarmıştı.
Gölgesi bütün cihanı tutmuştu.
O, ikindi güneşi idi.
Bu vakitte güneşin gölgesi uzun, ömrü de kısa olur." demişti.
Ne kadar güzel anlatmış değil mi!
Sonuç:
Keramet, ne kavukta ne de kürkte,
Devletin itibarı adalet denen mülkte,
Hünkarın sözünde,
Kılıcının öcünde,
Sözünün gücünde,
Adaletinin gölgesinde…
Eğer ki;
Hünkar mülkü, malı görür,
Üleşir, üleştirir,
Devletin itibarı libasa indirgenir,
Ve en kötüsü,
Ehliyetsiz ellerde,
Devletin itibarı yerlere serilirse,
İşte o zaman;
Kılıcın kesmez, göz kamaştırmaz,
Sözün dinlenmez,
Eloğlu iplemez,
Elçi gelir; yüzüne de bakar gözüne de bakar,
İtibarı libastan ibaret devlete kafa tutar,
Hünkar'a caka satar.
Ve son tahlilde; oyun kurar, oyuncak yapar,
Fark edemeden daha; seni, oyuna figüran yapar!
Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah'a emanet olun sevgili okurlar.
Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.
Ahmet K.
Mustafa ÖZ
Burhan
Sırrı
Ömer Gökalp
Arzu Bulal
Mutlu A.
Mehmet Hak
Hasan
Mehmet Kara