Kuşkayası'ndan Kuşadası'na (3) Aydınoğlu Yurdunda
Efes'te olduğu gibi Şirince'de de aynı sebeplerden ötürü detaylı bir gezi mümkün olmayıp hızlıca ve üstünkörü oluyor. Köyün cumbalı, eli böğründeli ahşap evlerini, Arnavut kaldırımlı daracık taş sokaklarını içimize sindiremeden; her köşesini, sokağını teneffüs edemeden kasabadan ayrılmak zorunda kalıyoruz.
Yönümüz Selçuk. Niyetimiz akşam yemeğini burada yemek. Oğlanlar dijital dünyanın sunduğu imkânlara başvurarak Selçuk'ta ne yenir sorusunun cevabını bulmuşlar bile. Selçuk'un "çöp kebabı" meşhurmuş. Kebabın yenileceği en namdar yeri de tespit etmişler. Arabayı oğlanların buldukları mekâna yakın bir yere park ediyoruz. Oğlanlar mekâna geçiyor biz de hanımla yakındaki bir camiye yöneliyoruz. İkindi namazını eda edeceğiz lakin tarihi cami kapalı. Hemen oracıkta bir işaret levhasına gözüm takılıyor. Tabelada İsa Bey Camii yazıyor.
Tabela beni üniversite yıllarına, oradan yüksek lisans yaptığım döneme götürüyor. Evvela Türk Sanatı derslerimizin Lisans hocası Prof. Dr. Selçuk Mülayim, sonra da Yüksek Lisans derslerinde Selçuklu ve Osmanlı mimarisi derslerimize giren Zeki Sönmez hocalarımızın Türk İslam mimarisi derslerinde üzerinde sıklıkla durdukları, Aydınoğlu İsa Bey'in Ayasuluğ (Selçuk)'da yaptırdığı İsa Bey Camii. Anadolu Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı mimari gelişiminde, Selçuklu tecrübesinin Osmanlı'ya intikalinde çok mühim bir ara rol icra eden tarihi camiye doğru yürüyerek ilerliyoruz. Antik İyonya'nın Helenistik dönemin Efes'inden, bir Rum şehri olan Şirince'den sonra İsa Bey Camii'ni doğrusu çok yalnız ve unutulmuş buluyoruz.
1374 tarihli, Beylikler döneminden Osmanlı selatin camilerine geçişte, çok kubbeli cami formundan tek kubbeli merkezi cami formuna intikal sürecinde mühim bir yer icra eden İsa Bey Camii'nde Efes'te gördüğümüz yoğunluğu, Şirince'de tesadüf ettiğimiz kalabalığı görmek zaten mümkün olamazdı. Hiç olmazsa tarihi camiin önemini fark eden bir grup meraklı da göremeyince, milli tarihimiz ve kültürümüz adına ye’se kapılmadık desem yalan olur.
Camiiye girip namazı eda ederken kulağımıza kısık sesle kıraat edilen Kur'an sesleri geliyor. Namaz bitince sese yöneliyorum. Sesin sahibi hayli genç bir delikanlı. Selam verip kendimi tanıtıyorum Öğretmen olduğumdan bahsedince muhatabım olan genç İmam Hatip Lisesi talebesi olduğunu ve izinli olan cami imam hatibinin yerine vakit namazlarını kıldırdığını ifade ediyor. Ne güzel diyor, kör topal da olsa, eksik gedik de olsa gelenek devam ediyor diye zihnimden geçiriyorum. Biraz önce tarihi İsa Bey Camii’nin yalnızlığından mütevellit kapıldığım ümitsizliği dağıtan bu durumla moral buluyorum.
Selçuk İmam Hatip Lisesi'nde okuduğundan bahseden delikanlıyla İmam Hatiplerden ve içinde yer aldığım ÖNDER-ÖNCÜ teşkilatlarımızdan bahis açıp kısaca bir muhabbet sonrasında tarihi camiin önce harimini, ardından yıkım görmüş avlusunu ve dışarıdan genel görünüşünü yine oldukça hızlı bir şekilde incelemeye çalışıp akşam yemeğini yiyeceğimiz mekâna yöneliyoruz.
Küçük çubuklardan müteşekkil 10 adet çöpe sıralanmış kuzu etinden oluşan çöp şişler enfes. Yanında ızgara edip verdikleri soğanlar ayrıca bir lezzet harikası. Yemek sonrası tatlı olarak hususi bir şey var mı diye soruyoruz? Önümüze konulan menüdeki muhtelif meyve tatlarından ben, incir dondurma birleşiminden oluşan tatlıyı tercih ediyorum. Farklı bir tat olarak bu birlikteliği de oldukça beğeniyorum..
Akşam namazını yine İsa Bey Camii'nde bu sefer oğlanlarla birlikte kılıyoruz. Konakladığımız Kuşadası'na doğru yöneldiğimizde bizim gençlere Aydınoğlu eseri İsa Camii’nden yola çıkarak yol boyunca biraz tarih, medeniyet eksenli hatırlatmalarda bulunuyorum.
Güzel İzmir:
Öbürsü gün ikindiye doğru Kuşadası’ndan İzmir'e doğru yollardayız. Oğlanlar yine iş başında. Şimdiki gençler her şeyi biliyor. İzmir'de nereye gidip ne yiyeceğimize onlar karar veriyorlar. Konak Meydanı’nda araç uygun bir yere park edilip "Kordon Boyu" yürünecek. Önce bol sosis salamlı, ketçap mayonezli "Kumru" taam edilecek; ardından beyaz un kurabiyesi içine yerleştirilmiş çikolatadan müteşekkil "İzmir bombası" tatlı olarak tercih edilecek.
Digital dünyanın sadece kolaylıkları yok ya? Konak meydanı diye Navigasyon bizi güzel İzmir'in en mutena semti Eşrefpaşa'ya çıkarmaz mı? Tarihi Kadife Kale'nin denize nazır eteklerinde ve oldukça metruk bir mahalde buluyoruz kendimizi. Meğer Konak Meydanı'na yakın hâkim bir tepedeki Kadife Kale'yi işaretlemişiz Navigasyonda. Ama iyi ki de öyle yapmışız. Zira gün batımında ayrı bir güzelleşen güzel İzmir'in gerdanlığı "Körfezi" bu mevkiden doya doya izleme şansını buluyoruz. Sonradan öğreniyoruz ki İzmir'in incisi "Körfez"in zaten en güzel temaşa edebileceği yerlerden birisi de meğer burası imiş.
Konak meydanını bulamadık. Eşref Paşa'dan düze inmek de haydi zor oldu. Neticede Lozan parkına yakın bir yere aracı park ettik. Oğlanların "Baba bizi yine epey yürüttün!" itirazları eşliğinde sahil boyu yürüyüp önce Kumru denen uyduruk ama kendine özgü tadıyla makbul sayılabilecek "İzmir aşını" sonra da yine yürüyerek yerini bulduğumuz "İzmir bombasını" kifafı nefs edip İstanbul yollarına düşüyoruz.
Germiyanoğlu Yurdu'nda(Kütahya – Gediz):
Kızı istedik, sözü kestik, şimdi de sıra nişan yapmak da. İstanbul'a dönüşümüzün üzerinden 15 gün geçince bizim yeğenin nişan merasimi dolayısı ile tekrar Kütahya'ya yolculuk söz konusu. Bu sefer asıl nişan sahibi yeğenimiz ve ailesi önceden yola çıktıkları için biz biraz daha kendi planımızı çizebilecek şekilde yolculuk yapıyoruz. Uzun yıllar Germiyanoğlu'na yurtluk, Osmanlı'ya Anadolu Beylerbeyliği merkezliği yapmış Kütahya'dayız.
Kütahya merkezde bir benzin istasyonunda hem araca yakıt alıyor hem de biraz dinleniyorken büyük oğlana diyorum ki:
"Biz annenle Kütahya Ulu Camii'ne geçeceğiz yürüyerek. Siz arkadan gelen abinlerle (abimin oğlu) buluşunca araçla camiiye gelirsiniz. Hanımla Kütahya'nın ana caddelerinden birisinde eldeki telefonda yüklü Navigasyon nereye derse oraya doğru yürüyerek Ulu camiye doğru ilerliyoruz. 1-2 kilometrelik bir yürüyüş sonunda araçların giremediği piyasa caddesi üzerinden geçerek Kütahya Ulu Camii buluyoruz.
Camii kitabesine göre Yıldırım Beyazıt tarafından yaptırılmış lakin camiin dış formları klasik dönem mimarisi izlerinden çok Lale devri ile başlayan Batı örnekli camileri andırıyor. Herhalde bir deprem sonrası camii yıkılıp yeniden yapılmış yahut büyük bir yenileme geçirmiş olmalı diye düşünüyorum. Camii şadırvanı alışageldiğimiz şekilde avlu içerisinde değil. Camiin hariminden müstakil ayrı bir dış yapı olarak hariçte inşa edilmiş. Hemen yanı başında tarihi çınarı, bedesten tarzı çarşısı ve musluklarından oldukça gür sular akan oldukça beğendiğim şadırvanı ile camii, Kütahya'nın "ruhu olan şehirler listemize" eklenmesi için zannımca iktifa eder diye düşünüyorum.
Ulu cami arkasında, Kütahya'nın dar sokaklarında gördüğüm gökkuşağının yedi rengini yansıtan tarihi Türk evlerinin kaderine terk edilmiş halleri, daha önce aynı sahneleri müşahede ettiğim memleketim Tokat'ta ve gezdiğim pek çok şehrimizde olduğu gibi kültürümüz ve tarihimiz adına canımı yine epeyce sıkıyor.
Yani burada da ne yazık ki manzara aynı. Sivil mimarimizin bu en güzide ve canlı eserleri birer birer çöküyor, yıkılıyor. Hatta yakın zamanda gazetelere de düşmüştü. Otopark mafyasının kendilerine daha geniş alan açabilmek için İstanbul Süleymaniye'de tarihi ahşap evleri hususen yangın çıkararak yok ettikleri gibi durumlara da rastlanıyor memleketimizde.
Doğrusu memleketimizin her köşesinde ortaya çıkan, çıkarılan Tarih öncesinin, Antik çağın eserleri bu topraklarda İslam öncesine ait ne varsa hepsine pek meraklı dünya mihrakları ve onlarla gıllıgışsız pek iyi anlaşan dâhilimizdeki acenteleri bu eserlerin kamuoyuna duyurulmasında, korunup kollanmasında üzerilerine düşen rolleri fazlasıyla icra ediyorlar.
Peki muhafazakarlık iddiasında olan bizim mahallenin koruyucuları neyi ve neleri korumanın derdindeler acaba..? Orada burada, Anadolu'nun küçük büyük şehirlerinin ya da büyük şehirlerimizin arka sokaklarında yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan bu ata yadigârı sivil mirasımızın yok olmasıyla yerlerine yapılacak rantı bol yeni binaların kendilerine sunacağı büyük karları düşünerek ellerini ovuşturmakla mı meşgul bizimkiler?
Bir müddet sonra oğlanlar da geliyor camiye. Gençlerin sabrını fazlaca zorlamaksızın Camii ve etrafındaki eserleri temaşaya çıkıyoruz. Bildiğim kadarıyla Kütahya sadece siyasi bir merkez olmayıp Anadolu'daki en önemli Mevlevihanelerden birine ev sahipliği yapmak dolayısıyla dini bir ehemmiyeti de haiz. İşte bahsi geçen Mevlevihane'nin önündeyiz. Vakit darlığından içeri giremiyoruz. Birkaç eseri daha ancak "turist" gibi izleyip Gediz yoluna revan oluyoruz.
Nişanı tamam edip aynı gece tekrardan İstanbul'a dönüş için araçtayken Kütahya'da birkaç dakikalığına da olsa inceleyip resimlerini çektiğim ve alınlığında Celi' Talik hatla Osmanlıca "Ya Hazret_i……………" diye yazan ve bir kısmını okuyamadığım Mevlevihane aklıma geliyor.
Google efendiye danışıyorum. Kütahya, Mevlevihane vb. yazarak arama yaptığımda okuyamadığım kelimenin "Erguniyye" olduğunu ve adı geçen Kütahya Mevlevihane'sinin banisi ve ilk postnişini olan Celaleddin Ergun Çelebi'den dolayı Mevlevihane'nin "Erguniyye Mevlevihanesi" olarak adlandırıldığını öğrenmiş oluyorum. Bu bilgileri öğrendiğim İslam Ansiklopedisi'nin ilgili maddesinde yazan bilgiler arasında Konya ve Afyon Mevlevihanelerinden sonra Kütahya Erguniyye Mevlevihane'sinin Mevleviliğin üçüncü merkezi olduğu bilgisi de yer alıyor.
Kırkımızdan sonra da olsa bu bilgileri öğrenmiş oluyoruz. Tarihçi geçindiğimiz için bu yaşa kadar öğrenmemiş olmamız tabii ki normal kabul edilecek bir husus değil ama ne demişler, "Öğrenmenin yaşı olmaz".
Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.