36.333 adım ve 28 fotoda Edirne
Milli Eğitim personeli olarak tatillerimiz çeşitlendi. Bu durum bilhassa çevremdeki bazı esnaf arkadaşlarımca öykünerek ve birazcık kıskanma ihtiva ediyor olsa da daha ziyade gıpta ederek "Ya siz iş arası tatil değil de tatil arası iş yapıyorsunuz sanki!" şeklinde takılmalara da sebep olmuyor değil. Ama devletimiz sağ olsun. Eğitim işinin ne kadar zor ve zahmetli bir meşgale olduğunu bilen irfanı büyük milletimiz de var olsun. En önem verdikleri değerlerinin emanetçisi olan bizim gibi eğitim neferlerinin rahatlaması neticede bütün memleketin huzur ve sükûnu için elzem. Neden diye sormuyorsunuz biliyorum? lakin yine de sebebe dair sadece şunu belirtip konuyu asıl mevzumuz olan Edirne’de attığım 36 bin 333 adım ve kendi amatör bakışımla da olsa çektiğim 28 fotonun hikâyesini kaleme aldığım geziye getirmek istiyorum.
Efendim, hani yeni yetme kişisel gelişim koçları, birkaç kitap okuyup başımıza hayat hocası kesilen ve önemli bir kısmı zengin avcısı gibi işi iyice ticarete döken sahne madrabazlarının bir dönem dillerine pelesenk ettikleri “ Kadın Mutluysa Herkes Mutlu!” sloganından yola çıkarak ben de şöyle harc-ı âlem bir söylemle diyorum ki:
"Öğretmen mutluysa memleket mutlu!" Çünkü milletin evladı öğretmenin ocağında. Kendisi huzur ve sükûn bulamamış öğretmenin bu olumsuzluğu göz bebeğimiz yavrularımıza nasıl yansıtacağı da izahtan vareste.
Hâsılı biz de ilk ara tatilde huzur ve sükûnu Edirne’de aramaya koyulduk. Gezi tarzımı artık biliyorsunuz. Benim gibi başı bağlı bir adamsanız Gezi öncesi yapacağınız en önemli iş ev halkıyla istişare olmalıdır. Gezinin maksadını, yöntemini ve zamanını açık yüreklilikle kendileriyle paylaşmalısınız. Gezinin eğlence maksatlı olmaktan ziyade tanımaya/anlamaya/aramaya/bulmaya matuf irfanî yönü yüksek kültürel bir etkinlik olacağını ( haliyle de belki biraz sıkıcı, muhakkak da yorucu ) güzelce ve anlaşılır bir dille izah ederseniz hane-i saadetinizin mühim bir kısmı daha baştan sizi yalnız bırakacaktır. Hanımefendiyi ikna etmeyi başaramadıysanız sizin bu geziye çıkma haddiniz de hakkınız da zaten söz konusu olamaz. Eşini ikna yollarında bile becerisi olmayanların ilimle, hele ki irfanla hiç işi olamaz.
Evin tüm kararlarının kendisiyle kararlaştırılacağı son ve en mühim mercii olarak hanımefendiyi de geziyi tek başınıza yapmanız gerektiği konusunda ikna ettiğinize göre artık gezinin ulaşım şartlarını ayarlamaya başlayabilirsiniz demektir. Tam burada da işin en püf noktası aracınızı asla geziye yük etmemenizdir. Velev ki iki tekerlekli bir motorlu araca sahip olsanız dahi durum aynı keyfiyettedir.
Yukarda ifade edip sizlere yaptığım gezi telkinlerine harfiyen uyarak refik-i hayatım ve sevgili oğullarımı geziyi tek başıma ve araçsız yapacağıma dair iknadan sonra Edirne’ye kalkan en erken saatli otobüs firmasından e-bilet aldım. Gidiş en erken ve dönüş de hiç olmazsa geceye en yakın olarak biletlerimi aldıktan sonra en küçük ebatlısından bir sırt çantası hazırladım. İçinde olmazsa olmazı tabii ki yolculuk boyunca okuyacağım bir kitap oldu.
Esenler Otogarı’ndan sabah 05.00’te kalkıyor otobüsüm. Başakşehir ’den Otogar’a kadar büyük oğlum bırakıyor sağ olsun beni.
Otobüste boş denilecek kadar az yolcu olunca biletimdeki koltuk numarasını da beğenmeyince; oysa e-bilet olması hasebiyle kendim seçerek karar vermiştim koltuk numarasına, yerimi değiştiriyor ve yanımda getirdiğim kitaba dalıyorum. Erken kalkmış olmanın verdiği vaziyet uykumu getirince de aslında hayatım boyunca pek de kolay olmayan otobüste uyuma derdine düşüyorum. Uyu uyan, tekrar uyu kısır döngüsü içinde Edirne Otogarı’na vardığımızda vakit sabah namazı için beni Selimiye’ye ulaştırabilir gibi duruyordu. Tabi ben her zamanki yabaniliğimle hareket etmeyip de birisine; en azından Halk Otobüsü şoförüne, aracın Selimiye’ye gidip gitmediğini sorsaydım bu imkân dâhilindeydi. Kimseye bir şey sormama inadım galip geldi ve kendimi işin sevk-i tabiisine bıraktım.
‘Nasıl olsa burası Edirne. Küçük şehir. Otobüs hemen önünden geçmese de hiç olmazsa yakınından geçer. Uzaktan geçerse de canıma minnet kalan mesafeyi yürüyerek bitiririm.’ diye düşünüyorum. Zaten gitmek istediğim yer hele ki böyle tarihi bir mekânsa birkaç durak evvelinden inip eseri uzaktan seyrederek adeta hissede hissede görmek çok önemsediğim bir husus da olunca cep telefonumdaki adres sihirbazı Navigasyon uygulamasını yaya özelliğinde açıyor ve otobüs hareket halindeyken Selimiye’ye doğru gidip gitmediğimizi kontrol ediyorum. Bir noktaya kadar ‘tamam doğru yoldayız’ dediğim yolculuk otobüsün birden neredeyse aksi istikamete yönelmesiyle sarpa sarıyor.
Soran dağları aşmış, sormayan düz ovada şaşmış derler ya ben de lütfedip de nereye nasıl gittiğini sormaksızın bindiğim otobüsten sabah namazının tehlikeye girmesi sebebiyle Selimiye’yle alakasız bir yerde inmek zorunda kalıyorum. Durağın hemen dibindeki camide abdestlenip namazı son anda eda ettikten sonra yine ve tabii ki yürüyerek Selimiye’ye teveccüh ediyorum. Bu durum bana Edirne’nin gezi eylem planımda asla yer almaması gereken dış mahallelerinde biraz zaman kaybettiriyor ama artık yapacak bir şey yok.
Yukarda da ifade ettiğim gibi kadim şehrin merkezine direkt dâhil olmak zaten tercihim değil ama bu seferki de kadim şehre doğru olan seferimizin başlangıç noktasının çok gereksiz bir yerden başlaması sonucunu doğuruyor. Yine de günlük attığım adım sayım yüksek olur hiç olmazsa diyerek her zamanki gibi kendimi bardağın boş tarafına değil de dolu tarafına yönlendiriyorum.
Kadim Edirne’nin dış mahallelerindeyim. Sokaklarda dikkatimi çeken en mühim şey şu oluyor ve bu durumdan da hayli müteessir oluyorum. Artık betonarme evlerle istila edilmiş bu mahallelerin her bir sokağının adı eski bir hatıranın yüzümüze atılan tokadı gibi hala eski. Sokağın adı Camii, kervansaray, bedesten vb. eser ismiyse ismini aldığı bu eserlerin kahir ekseriyetine çok şükür ki hala mahallinde rastlıyorsunuz. Pek çok farklı isme, neşeye, irfana, maziye sahip Tekke’nin adının verildiği sokaklarda ise, bir ümit, bir umut yaptığım yürüyüşlerin sonu maalesef hep hüsran oluyor. Edirne’de Tekkelerin kendileri yıkılmış yok olmuş, sadece isimleri kalmış sokak tabelalarında. Medeniyetimizin o kendine has mekânları ruhen zaten tüm memleket sath-ı mailinden silindi ama hiç olmazsa Gülşenî Tekkesi ( zannederim bu lahutî mekân da uzun yıllar harabîler meskeniyken son anda kurtarıldı!) , Edirne Mevlevihanesi kadar olsun ( Bu mübarek mekânın çilesi ise hala dolmamışa benziyor. Zira etraf oldukça harabat ve harabî dolu.) Edirne’de hala yaşıyor olsalardı.
Şehre, kadim şehre doğru ilerlerken yolumu Koyun Baba kesiyor. Büyük nasip bu, öyleyse nasiplenmemek olmaz. Hû deyüp türbeden içeri giriveriyorum. Heyhat ki sürüsünü kaybeden çoban misali Koyun Baba da dervişlerini kaybetmekle kalmamış.
Tekkesi dahi ortalık da yok. Bakmış ki ebedi istirahatgâhı da hak ile yeksan olacak. Çareyi 2.Mahmut’un rüyasına girmek de bulmuş. Her ne kadar tarihe “ Gavur Padişah” olarak geçse de mezkur padişah rüyasına giren dervişin ricasını kırmayıp türbesini olsun tamir ettirmiş. Böylece Koyun Baba’dan geriye küçük bir kabir ve içinde suyu dahi bitmiş bir kuyu bulunan mahzun bir bahçe kalmış. Gülünü, bülbülünü kaybetmiş bir yalnızlık içinde gülistan olmaktan çıkmış harabistana dönmüş bir bahçe. Güller perişan, bülbül hamuş. Bahçe boş, bahçevan kayıp.
Giriş üzmesin ve ye’se düşürmesin sakın sizi! Kayıpların arkasından yaktığımız ağıtlar elimizdeki güzellikleri, değerleri görmemize, yaşamamıza ve yaşatmamıza engel olursa asıl o vakit her şeyi kaybetmiş oluruz. Bu sebepledir ki Edirne için de; tabii ki kaybettiklerini unutmaksızın, hala elde tutuklarının da kıymetini idrak ederek görülmesi/gezilmesi/okunması/yaşanması gereken bir serhat şehrimizidir, demek en doğrusudur.
İşte! Klasik tüm eserlerimizin en çarpıcı özelliğiyle sokağa intisap etmişçesine bir insiyak ve intizam içerisinde bütün yalın, berrak ve samimi haliyle "Küçük güzeldir!" diyenleri haklı çıkararırcasına arz-ı endam eden Hacı Recep Fırın Sokağını yer tutmuş Ayşe Kadın Camii karşımızda.
Eski eserlerimizin büyük müellifi rahmetli Semavi Eyice Hocamızın İslam Ansiklopedisi’nde verdiği bilgiye bakarsak "Kapı üstündeki Arapça kitabesine göre, Sultan Yıldırım Bayezid’in oğlu Çelebi Mehmed’in kızı Ayşe Sultan tarafından, "Telâhüehlüirfân" ibaresinin ebced hesabıyla karşılığı olan 873 yılının Muharrem ayı başlarında (Temmuz 1468) inşa edilmiştir.” Kitabesinde de manidar bir şekilde ifade buyurulduğu gibi Ayşe Kadın Camii; 600 yıla yakın yaşıyla irfan yolcularının Edirne’den alacakları pek çok dersin olduğunu neredeyse tek başına ispata yeter.
Yıl 1997. Mezunu olmaktan hayli memnun ve müftehir olduğum Marmara Üniversitesi Tarih Öğretmenliğini bitirmeye yüz tuttuğumuz demlerdeyiz. Sınıfça mahzun ve mükedder durumdayız. Dört yıl süren ve pek çok tatlı anıyı biriktirdiğimiz arkadaşlığımız, öğrenciliğimiz bir dönüm noktasında. Büyük kısmı Anadolu’dan gelen arkadaşlarımızla istesek de artık sık sık görüşemeyeceğiz. Hüzünlü bir veda vakti gelip çatmış. Hiç olmazsa bir mezuniyet müsameresiyle ayrılalım ki güzel başlayıp güzel devam eden öğrencilik günlerimiz yine bir hoşlukla nihayet bulsun istiyoruz.
Kim nasıl ön ayak oldu? Şu an anımsamıyorum ama Üsküdar Belediyesi Salacak Evlendirme Dairesi mekân olarak tercih ediliyor. Son anda mezuniyet gününün sunuculuk işi de fakire yıkılıyor. Hocalarımızın ve sınıftaki arkadaşlarımızın pek çoğunun iştirak ettiği yemekte Bölüm Başkanımız/Türk Sanatı dersi hocamız ( Sonradan Yüksek Lisans’ ta da öğrencisi olma şerefine vasıl olduğum) Prof. Dr. Selçuk Mülayim de bizi kırmayıp mezuniyet yemeğimize katılıyor. En çok sevdiğim ve merak duyduğum derslerden biri olan hocanın mimari ağırlıklı derslerinin ve derste bize verdiklerinin önemini ifade etmek babında Edirne’yi de ihtiva eden şöyle bir cümle kuruyorum:
'Yazılmamış Destanlar adlı kitabında Bulgarlar tarafından işgale uğrayan serhat şehrimiz Edirne'yle ilgili üstat Mehmet Niyazi şu minvalde yorumlar yapıyor ( Üstat da artık önden gidenlerden. Allah ruhuna rahmet eylesin! ) :
'Edirne'yi Bulgar işgalinden Enver Paşalar, Şükrü Paşalar kadar Mimar Sinan kurtardı. Zira o medeniyetimizin incisi şaheser Selimiye Edirne’dedir ve o azim eser orda durduğu müddetçe Edirne bizimdir. Bu veçheden Edirne fiziki bir işgale maruz kalabilir lakin Selimiye ve yüzlerce eser bu serhat şehrimizde olduğu müddetçe hiçbir harici güç Edirne’nin ruhunu teslim alamaz. Bir şehrin ruhu esir alınamaz ise o işgal de muvakkattir, toprağa, suya havaya kök salamaz ve müstevlilere karşı şehrin direnen ruhu er ya da geç galip gelecektir. Manayı muhalifinden söyleyecek olursak da bir şehir ki fizîken sınırlarımız içindedir, bizim al bayrağımızın gölgesi altındadır. Heyhat ki ruhunu yitirmiş ve manen istilaya uğramıştır, işte o şehir zahiren bizim gibi gözükse de aslında görünmez bir işgal altındadır. Kelimesi kelimesine böyle olmasa da rahmetli büyük müellif Mehmet Niyazi’nin görüşlerinden benim anladığım budur. İşte asıl iş savaş kazanmak, toprak elde etmek değil asıl büyük vazife ele geçirdiğiniz toprakları yurt yapabilmektir. Zaten yurt yaptığınız bir mekânı hiçbir güç siz vermedikçe sizden koparamaz. Edirne’yi de yurt yapan Mimar Sinan gibi büyük dehaların çil çil şehre serpiştirdikleri o nadide medeni unsurlarımız olan eserlerdir.
Edirne sokaklarında Selimiye istikametine doğru yavaş yavaş ilerliyorum, ( zira sağa sola serpilmiş büyük küçük kadim eserlerden gözümü ve gönlümü ayıramıyorum) oysa vakit artık sabahı aşıp kuşluk vaktine doğru sanki bir yere yetişecekmişçesine hızlıca yol alıyor. Malumu aliniz henüz kahvaltı yapmadık. Orada mı burada mı derken yeniyetme de olsa en azından oldukça temiz bir köfteciye girip Selimiye’ye nazır bir masada kahvaltıya başlıyorum.
Kahvaltı sonrasında şehri nasıl bir plan dâhilinde gezeceğime dair modern teknoloji destekli bir ön çalışma yapıyor ve gezi planımı telefonun notlar kısmına da yazarak kaydediyorum. Ne demiş atalar ; “ Satır’da (yazı) kalmayan sadır’da ( akıl ) kalmaz!. Hem Hz. Peygamber de buyurmuyor mu? “ Sağ elinizden yardım isteyiniz! diye. Bu düsturlar benim için her zaman yol gösterici olmuştur. Bu sebeple de en basit bir toplantı da bile muhakkak not alırım. Bu planlama dahilinde kahvaltı yaptığım mekana en yakın olan eserlerden başlıyorum tarih dolu Edirne gezisine.
İlk uğrak Saatli Medrese. Bugün Fatih Sultan Mehmet Müzesi ( FSM Vakıf Ünv. kurmuş) olarak faaliyetini sürdürüyor. Eskiden beri görüşüm odur ki bu tür artık istesek de kuruluş gayesine uygun yaşatamayacağımız eserleri en azından amacına en uygun vaziyette ve mutlaka dişe dokunur bir işe yarayacak şekilde değerlendirmeliyiz. Camiler zaten ibadet mahalleri ve bundan mütevellit bilfiil kullanılan mekânlar. Ama tekkeler, medreseler vb. dini menşeli yerler de hiç olmazsa müze olarak restore edilir ve hayata katılırsa korunması/kollanması daha kolay olur. Eskiden çok atıl bir vaziyette olan bu tür tarihi kıymeti haiz eserlerimiz artık çok farklı temalarda müzelere dönüştürülerek de olsa geleneksel hayatımızın bugüne taşınmasında çok mühim roller ifa ediyorlar. İşte Saatli Medreseyi de bir üniversitemiz Fatih Sultan Mehmet’in hayatını doğumundan ölümüne kadar kronolojik bir temada fevkalade müessir görsellerle ziyaretçilerine müze olarak sunuyor.
Müze ziyareti bitiyor ve buranın önünde bulunan caddenin hemen karşısına geçiyorum. Geçtiğim noktada, Orta Asya’dan göçüp gelen atalarımızın sonsuz düzlüklerde kurdukları Bozkır çadırlarından yerleşik hayata geçişin ilk örneklerinin sergilendiği ve pek çoğu artık İran topraklarında yer alan Selçuklu tarzı camilerini andıran yapısıyla Üç Şerefeli Camii( Burmalı Minare) bulunuyor. Nedense sanki üç minaresi varmış gibi zihnimde yer tutan ve Edirne’ye her gidişimde minare sayısının değil şerefe sayısının üç olduğunu tekrar yeniden hatırladığım kadim camii Osmanlı dönemi mimarimizin yapıtaşlarından olan mühim bir eserdir.
Malumunuz İslam mimarisi ilk örneklerini Bizans kliselerinden etkilenerek vermiştir. Misalen Şam Ümeyye Camii buna en güzel örnektir ki bunun Anadolu’daki birebir diyebileceğimiz benzeri Diyarbakır Ulu Camiidir. Bu tarz ilk İslam mescitleri çok kubbeli olup boyuna değil enine genişleyen bir ana harimden müteşekkildir. Bu enine işleme uygulaması da harimde çok sayıda sütunu mecbur kılar. Camilerde esas olanın imam Efendi’nin arkasında birlikte kılınan farz namazların edası olduğunu göz önüne alındığımızda ise bu sütun bolluğunun camilerdeki İmam-Cemaat irtibatını güçleştirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Binaenaleyh Osmanlı mimarisi bu sorunu tek kubbeli camii formuyla zamanla çözmeyi başarmıştır. Bu yeni formda çoklu kubbe uygulaması tek bir merkezi kubbe ve etrafına yerleşen birkaç yarım ve çeyrek kubbelere dönüşürken böylece hacimdeki sütun sayısı da oldukça azalmıştır. İşte çok kubbeli Emevi-Selçuklu Ulu Camii tipinden merkezi kubbeli forma geçişte Edirne Üç Şerefeli Camii mihenk taşlarından biridir. Bu yol bir müddet sonra bizleri İstanbul’da Şehzade, Süleymaniye ve Sultan Ahmet Camii Edirne’de ise yeni stilin şahikası Selimiye gibi merkezi kubbeli büyük Selatin Camii uygulamalarına çıkaracaktır.
Edirne Müzeler kenti denilecek kadar çok sayıda tematik müzeye ev sahipliği yapıyor. İşte belli başlıları. Selimiye Vakıflar Müzesi, Kent Müzesi 2. Bayezıt Camii Şifahane/Sağlık Müzesi) ve İmarethane Müzesi . Bunlardan 2. Beyazıt döneminde yapılan ve bir kulliye olarak içinde meşhur sifahanenin de yer aldığı Sağlık Müzesi her haliyle haklı bir üne sahip.
İşte ben de Tunca kenarına yerleşmiş bir beyaz güvercin misali oldukça cezbedici bir gühaiz bu eseri görmek maksadıyla kadim şehrin merkezinden külliyeye doğru aheste beste hareket ediyorum. Külliye şehirin ana yerleşiminin dışında olduğundan tekinliği oldukça yoruma açık tenha sokaklardan geçmek zorunda kalıyorum.
Geçtim Tunca’nın karşı yakasına gördüm bir güzel.
Bir şehir ki sudan uzaksa, denizden ya da bir akarsudan nasiplenmiyorsa daha baştan büyük bir talihsizlik içindedir. Sudan yoksun bir kent ancak ulu bir dağa sırtını yaslamışsa bu talihsizliği bir nebze olsun kırabilir. İçinden ya da çevresinden nazlı nazlı akan bir nehir geçen şehirlerdeki su ve mimari ilişkisi yapısal sanatın insan üzerindeki tesirini kuvvetlendirecek bir niteliğe sahiptir. Edirne bu yönden oldukça şanslı bir şehir. Zira bir taraftan Meriç diğer taraftan Tunca tarihi şehire ayrı bir anlam, farklı bir buut ve estetik bir boyut katıyor. Bu düşüncemi bahsettiğim nehirlerin üzerine naz u endamla kurulmuş pek çok taş köprüde zaten kolaylıkla test edebilirsiniz. Köprüler dışında en güzel gözlemleyebileceğiniz mekânlarsa Edirne Sarayı ( Yeni Saray ) ve yukarda isminden bahsettiğim 2. Beyazıt Külliyesidir.
Camii, medresesi ve bilhassa şifahanesiyle bu nadide külliye yukarda da belirttiğim gibi kadim Edirne’nin biraz dışında yemyeşil tabiatın ortasında akzambaklar gibi arz-ı endam ediyor. Külliye, şehrin kalabalıklarından bunalıp kendini taşraya atan eski zaman münzevi mürşitleri gibi yalnız, yalın, sıcak, berrak, samimi ve gösterişten uzak. İşte bu haliyle de muazzam derecede görkemli, müthiş surette etkileyici. Gerçi Edirne bilhassa İstanbul ve Bursa gibi büyük ve kalabalık bir şehir olmadığı için tarihi pek çok eser burada hala tabiatın koynunda, doğallığın zirvesinde. Yani mesela 2. Beyazıt Külliyesini alıp İstanbul Fatih’e koysak eser insan üzerinde müessiriyetini Edirne’de kurduğu kadar yeni yerinde kuramaz.
2. Beyazıt külliyesi etrafındaki bağ bahçede yetişen bitkiler gibi adeta hudayinabit bir külliye. Tunca’nın hemen yanı başına ustaca kondurulmuş eser şifahanesiyle bilhassa nam salmış. Özellikle akıl hastalarının tedavi edildiği bu şifahanenin şehrin dışına, bir su kenarına, tarlaların ortasına inşa edilmesi eserin yapılış gayesine de oldukça uygun. Sessiz sakin bir ortamda su şırıltıları içerisinde hem tabiat musikinin hem de sözsüz musikinin tüm imkânlarının kullanılmasıyla yüzlerce yıl hastalara şifa dağıtmış.Edirne Sarayı da aynı mezkûr külliye gibi Tunca’nın tabii güzelliklerinden yararlanılarak su kenarına inşa edilen bir eser daha doğrusu esermiş. Maalesef ırmak kenarına inşa edilen leb-i derya yalı köşkleriyle peri masalından daha öte bir güzelliği barındıran sarayın bu olağanüstü güzelliklerini ancak tarihi gravür vb. eserlerden görüp anlayabiliyoruz. Çünkü saray birkaç parçasının dışında maalesef günümüze ulaşamamış.
Edirne Sarayı da 2. Beyazıt Külliyesi gibi şehrin merkezinin dışında ve Edirne’ye göre Tunca’nın karşı yakasında. Külliyeyle arası yürüme mesafesinde olan sarayın uzaktan göze çarpan ve günümüze kadar en sağlam haliyle ulaşmış neredeyse tek yapısı olma özelliği taşıyan Cihannüma (Has Oda) Kasrı’nı görünce heyecanlı ve hızlı adımlarla tarlaları, toprak yolları aşarak saraya doğru ilerliyorum. Lakin sarayın yakınına kadar ulaşamıyorum. Çünkü, restorasyon dolayısıyla sarayın etrafı tel çitlerle kapatılmış ve çitleri aşmak mümkün değil.
'Edirne'de bağ bostan aştım, dere tepe geçtim Yeni Saray için, heyhat yine de erişemedim maksuda!' diye hüzzam duygular içinde saraya veda ediyor ve buradan şehre geçişi sağlayan Tunca üzerine yapılmış ince sanatlı taş köprünün üzerinden yürüyerek geçmenin keyfini sürerek kadim Edirne’ye doğru tekrar yola revan oluyorum.
Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.