'Beyaz' Bir Hikâye…
Ezop Sahne birçok yapımın ardından 2018 Şubat’ında da Fransız yazar Emmanuelle Marie’nin “Beyaz” adlı eserini seyirciyle buluşturdu.
Oyunun yazarı Emmanuelle Marie, 2005 yılında yazdığı bu oyunla büyük beğeni toplamış, Fransa’da tiyatro ödüllerine aday gösterilmiş ve fakat bu oyunun üzerinden iki yıl geçtikten sonra hayata gözlerini yummuş başarılı bir yazar, dramaturg ve oyuncudur. Oyunda hüzünle sevinci, dargınlık ile barışmayı, yeniden doğuş ve kendini fark edişle ölümü yani son buluşu başarılı bir şekilde işlemiş olan yazar, aynı anda birden çok duygunun da seyirci tarafından hissedilmesini sağlamış.
Oyunda, hırslı, ayakta durmak için devamlı çabalayan yönlerinin haricinde temelde birbirinden zıt karaktere ve yaşam tarzına sahip olan iki kız kardeşin, annelerinin hastalığının ilerlemesinden mütevellit yan yana gelmek zorunda kaldıkları üç gün anlatılıyor. Abla, anne ile baba boşandıktan sonra evden çıkmış gitmiş, kendisine bambaşka bir dünya kurmuş, sanat dünyası içinde yer edinmeye gayret etmiş lâkin orada tam mânâsıyla arzu ettiği yerde olamadığı gibi annesinin istediği gibi bir kadın da olamamıştır. Güzel bir aşk yaşayıp, sonra o adamla evlenmeyi, çocuk sahibi olmakyı, lezzetli yemekler yapmayı istemekte fakat bunları yapamamaktadır; zaten ne bunları yapacak zamanı olmuştur ne de becerisi… Belki sanat dünyasında olmak istediği konumda ve durumda olsa, annesinin istediği gibi bir kadın olamamak onu bu denli etkilemeyecek ancak onca şeye karşı gelişi ve yine onca zorluğu göze alıp buna rağmen hedefine ulaşamamış olması, onda her daim bir eksiklik ve yetersizlik duygusu yaratmış. Buna rağmen annesinin ağır hastalığından dolayı anne evinde kaldığı o üç gün boyunca sanki hep bir şeyleri ıskalayacakmış, hep sanat camiasındaki bir şeyleri kaçıracakmış, hep maddî olarak geri kalacakmış gibi bir duyguyla devamlı aceleci davranıyor, o günlerin bir an önce geçmesini istiyor, her şeye daha maddesel bakıyor; ta ki annelerini kaybedene dek. Kız kardeş ise, ablasının kendilerini terk edip dışarıya açılmasından dolayı, adeta o şans bir ailede sadece birine verilebilir ve sadece biri tarafından kullanılabilirmiş de bu yüzden kendisi evde kalıp, annesinin işaret ettiği hayatı yaşamak zorunda kalmalıymış düşüncesinde olmuş ve öyle de yaşamış; fakat içinde onlarca eksiklik ve hevesle… Bu eksiklik ve heveslerinin hep akim kalması duygusu, onda içten içe öfkeli bir tutum oluşturmuş. Eşine, ablasına, babasına esasında hayatının neredeyse tamamına karşı bir kızgınlık içinde olmuş. Çevresindeki birçok şeyi ve kişiyi hayatının açılımı önündeki engeller olarak görmeye başlamış. Hâsılı, kız kardeş, kendi zincirlerinden kurtulmak isterken, abla ise onun zincir olarak gördüklerini bir kurtuluş olarak görüyor.
Annelerinin adım adım ölüme uzandığı bu yolda, çocukluktan bu yana iki kız kardeş birlikte ilk defa bu kadar vakit geçirmiş ve bu denli yakın olmaya başlamıştır. Anneleri yandaki odada son anlarını yaşarken, onlar konuşurlar; konuştukça, derindeki yaralarının, gerçeklerin, uzun zaman önce öldürülmüş mutluluklarının su yüzüne çıkmasına izin verirler. Bir yandan da kendileriyle yüzleşirler. Siyah ve karmaşa dolu acılı günlerden, beyaz ve sessiz dinginliğe doğru bir yolculuk başlar. Ertelenmiş duygular, yarım bırakılmış konuşmalar yavaş yavaş aralarındaki sarsılmış bağı yeniden kuvvetlendirir.
Oyunun rejisi, tiyatromuzun en iyi yazar, yönetmen ve eğitmenlerinden biri olan Özen Yula’ya ait. Yula, salt iki kız kardeşin yeniden birbirlerine sarılışını ve kendileriyle birlikte birbirlerini de keşfedişini değil, aynı zamanda parçalanmış aile ortamlarının çocuklar üzerindeki tesirinin ve babaların kız evlâtlar için öneminin de altını çiziyor. Yazar, metninde tamamen iki kız kardeşe ve onların kendi aralarındaki diyaloglara odaklanarak yazmış ve anneyi neredeyse seyirciyle hiç karşı karşıya getirmemiş lâkin yönetmen, hemen beyaz bir kapının ardındaki odada yatmakta olan ve kardeşlerin her o beyaz kapıdan girip çıktıkça birbirleriyle yüzleşmelerini ve dertleşmesini sağlayan anneye de yansıda yer veriyor. Böyle yaparak hem seyircinin aklında aile kavramının nelere denk geldiğini daha da somutlaştırıp sağlamlaştırıyor hem de oyunun iki kız kardeşin buluşmasından öte bir şeye hizmet ettiğini de vurguluyor. Zîrâ kardeşler, annelerinin yanına girip çıktıkça asıl içsel yolculuğu gerçekleştirip birbirlerine yakınlaşıyorlar. Yani Yula’nın iki kız kardeşin hakiki anlamda buluşmasına ve birbirlerini bulmasına vesile olan kişiyi de oyunun içine bir görselle dâhil etmesi gayet anlamlı. Ayrıca iki oyuncunun ara ara diyalogdan kopup sahnenin önüne gelerek seyirciyle konuşurcasına kendilerini anlatması tekil olarak hissettikleri duyguların da seyirci tarafından anlaşılmasını sağlıyor. Bu yanıyla, iki ayrı karakteri birbirinden bağımsız olarak tanımamız gayet yerinde fakat oyuncuların tiratlara geçerken ışıkların devamlı açılıp kapanması ne yazık ki dikkati dağıtıyor.
Yönetmen, oyun için birbirinden başarılı işlere imza atmış olan çok doğru iki isimle çalışmış; küçük kardeşi oynayan Deniz Çakır, ablayı oynayan Derya Alabora… İkisi de canlandırdığı karakterleri derinlemesine irdelemiş, kişilik özelliklerini tespit etmiş ve onlara uygun olabilecek hareketleri en ince nüsansına kadar belirlemişler. Çakır’ın her an sakin ve doğal oluşuyla beraber kendi başına kaldığı zamanlarda karakterinin derin duygusallığını ve öfkesini ihmâl etmemesi; Alabora’nın hep aceleci, heyecanlı, çok da umursamıyormuş gibi davranan ama bir o kadar da tedirgin ve gergin tavrı bu söylediğime örnek olarak gösterilebilir. Usta oyuncu Suna Selen’in de anne rolünde yer aldığı videolar oyunun tamamlayıcı ögesi olmuş.
Oyunda anlatmak istenilen duyguların bir bakıma beyaz renklerle dekora yüklenmesini sağlayan tasarımlar Tomris Kuzu’ya ait. Işık tasarımını yapan Yakup Çartık, keşke devamlı açılıp kapanan ve oyundan yer yer kopmamıza neden olan bir tasarımın yerine başka bir şey bulabilseydi; o vakit beyazlığa adım adım gidişimiz daha da hissedilir durumda olurdu. Dingin ve fakat bir o kadar da sıkıcı ortama ayak uyduran başarılı müziklerin altında Çiğdem Erken imzası var.
Ezop Sahne, sahne hayatında var olmaya başladığından beri prodüksiyonlarıyla tiyatromuza kan olmaya devam ediyor. Beşiktaş’taki yerleşik sahnelerinin haricinde hem İstanbul’da hem de Türkiye’nin birçok yerinde perdelerini tiyatro severler için açıyorlar.
Oyunun yazarı Emmanuelle Marie, 2005 yılında yazdığı bu oyunla büyük beğeni toplamış, Fransa’da tiyatro ödüllerine aday gösterilmiş ve fakat bu oyunun üzerinden iki yıl geçtikten sonra hayata gözlerini yummuş başarılı bir yazar, dramaturg ve oyuncudur. Oyunda hüzünle sevinci, dargınlık ile barışmayı, yeniden doğuş ve kendini fark edişle ölümü yani son buluşu başarılı bir şekilde işlemiş olan yazar, aynı anda birden çok duygunun da seyirci tarafından hissedilmesini sağlamış.
Oyunda, hırslı, ayakta durmak için devamlı çabalayan yönlerinin haricinde temelde birbirinden zıt karaktere ve yaşam tarzına sahip olan iki kız kardeşin, annelerinin hastalığının ilerlemesinden mütevellit yan yana gelmek zorunda kaldıkları üç gün anlatılıyor. Abla, anne ile baba boşandıktan sonra evden çıkmış gitmiş, kendisine bambaşka bir dünya kurmuş, sanat dünyası içinde yer edinmeye gayret etmiş lâkin orada tam mânâsıyla arzu ettiği yerde olamadığı gibi annesinin istediği gibi bir kadın da olamamıştır. Güzel bir aşk yaşayıp, sonra o adamla evlenmeyi, çocuk sahibi olmakyı, lezzetli yemekler yapmayı istemekte fakat bunları yapamamaktadır; zaten ne bunları yapacak zamanı olmuştur ne de becerisi… Belki sanat dünyasında olmak istediği konumda ve durumda olsa, annesinin istediği gibi bir kadın olamamak onu bu denli etkilemeyecek ancak onca şeye karşı gelişi ve yine onca zorluğu göze alıp buna rağmen hedefine ulaşamamış olması, onda her daim bir eksiklik ve yetersizlik duygusu yaratmış. Buna rağmen annesinin ağır hastalığından dolayı anne evinde kaldığı o üç gün boyunca sanki hep bir şeyleri ıskalayacakmış, hep sanat camiasındaki bir şeyleri kaçıracakmış, hep maddî olarak geri kalacakmış gibi bir duyguyla devamlı aceleci davranıyor, o günlerin bir an önce geçmesini istiyor, her şeye daha maddesel bakıyor; ta ki annelerini kaybedene dek. Kız kardeş ise, ablasının kendilerini terk edip dışarıya açılmasından dolayı, adeta o şans bir ailede sadece birine verilebilir ve sadece biri tarafından kullanılabilirmiş de bu yüzden kendisi evde kalıp, annesinin işaret ettiği hayatı yaşamak zorunda kalmalıymış düşüncesinde olmuş ve öyle de yaşamış; fakat içinde onlarca eksiklik ve hevesle… Bu eksiklik ve heveslerinin hep akim kalması duygusu, onda içten içe öfkeli bir tutum oluşturmuş. Eşine, ablasına, babasına esasında hayatının neredeyse tamamına karşı bir kızgınlık içinde olmuş. Çevresindeki birçok şeyi ve kişiyi hayatının açılımı önündeki engeller olarak görmeye başlamış. Hâsılı, kız kardeş, kendi zincirlerinden kurtulmak isterken, abla ise onun zincir olarak gördüklerini bir kurtuluş olarak görüyor.
Annelerinin adım adım ölüme uzandığı bu yolda, çocukluktan bu yana iki kız kardeş birlikte ilk defa bu kadar vakit geçirmiş ve bu denli yakın olmaya başlamıştır. Anneleri yandaki odada son anlarını yaşarken, onlar konuşurlar; konuştukça, derindeki yaralarının, gerçeklerin, uzun zaman önce öldürülmüş mutluluklarının su yüzüne çıkmasına izin verirler. Bir yandan da kendileriyle yüzleşirler. Siyah ve karmaşa dolu acılı günlerden, beyaz ve sessiz dinginliğe doğru bir yolculuk başlar. Ertelenmiş duygular, yarım bırakılmış konuşmalar yavaş yavaş aralarındaki sarsılmış bağı yeniden kuvvetlendirir.
Oyunun rejisi, tiyatromuzun en iyi yazar, yönetmen ve eğitmenlerinden biri olan Özen Yula’ya ait. Yula, salt iki kız kardeşin yeniden birbirlerine sarılışını ve kendileriyle birlikte birbirlerini de keşfedişini değil, aynı zamanda parçalanmış aile ortamlarının çocuklar üzerindeki tesirinin ve babaların kız evlâtlar için öneminin de altını çiziyor. Yazar, metninde tamamen iki kız kardeşe ve onların kendi aralarındaki diyaloglara odaklanarak yazmış ve anneyi neredeyse seyirciyle hiç karşı karşıya getirmemiş lâkin yönetmen, hemen beyaz bir kapının ardındaki odada yatmakta olan ve kardeşlerin her o beyaz kapıdan girip çıktıkça birbirleriyle yüzleşmelerini ve dertleşmesini sağlayan anneye de yansıda yer veriyor. Böyle yaparak hem seyircinin aklında aile kavramının nelere denk geldiğini daha da somutlaştırıp sağlamlaştırıyor hem de oyunun iki kız kardeşin buluşmasından öte bir şeye hizmet ettiğini de vurguluyor. Zîrâ kardeşler, annelerinin yanına girip çıktıkça asıl içsel yolculuğu gerçekleştirip birbirlerine yakınlaşıyorlar. Yani Yula’nın iki kız kardeşin hakiki anlamda buluşmasına ve birbirlerini bulmasına vesile olan kişiyi de oyunun içine bir görselle dâhil etmesi gayet anlamlı. Ayrıca iki oyuncunun ara ara diyalogdan kopup sahnenin önüne gelerek seyirciyle konuşurcasına kendilerini anlatması tekil olarak hissettikleri duyguların da seyirci tarafından anlaşılmasını sağlıyor. Bu yanıyla, iki ayrı karakteri birbirinden bağımsız olarak tanımamız gayet yerinde fakat oyuncuların tiratlara geçerken ışıkların devamlı açılıp kapanması ne yazık ki dikkati dağıtıyor.
Yönetmen, oyun için birbirinden başarılı işlere imza atmış olan çok doğru iki isimle çalışmış; küçük kardeşi oynayan Deniz Çakır, ablayı oynayan Derya Alabora… İkisi de canlandırdığı karakterleri derinlemesine irdelemiş, kişilik özelliklerini tespit etmiş ve onlara uygun olabilecek hareketleri en ince nüsansına kadar belirlemişler. Çakır’ın her an sakin ve doğal oluşuyla beraber kendi başına kaldığı zamanlarda karakterinin derin duygusallığını ve öfkesini ihmâl etmemesi; Alabora’nın hep aceleci, heyecanlı, çok da umursamıyormuş gibi davranan ama bir o kadar da tedirgin ve gergin tavrı bu söylediğime örnek olarak gösterilebilir. Usta oyuncu Suna Selen’in de anne rolünde yer aldığı videolar oyunun tamamlayıcı ögesi olmuş.
Oyunda anlatmak istenilen duyguların bir bakıma beyaz renklerle dekora yüklenmesini sağlayan tasarımlar Tomris Kuzu’ya ait. Işık tasarımını yapan Yakup Çartık, keşke devamlı açılıp kapanan ve oyundan yer yer kopmamıza neden olan bir tasarımın yerine başka bir şey bulabilseydi; o vakit beyazlığa adım adım gidişimiz daha da hissedilir durumda olurdu. Dingin ve fakat bir o kadar da sıkıcı ortama ayak uyduran başarılı müziklerin altında Çiğdem Erken imzası var.
Ezop Sahne, sahne hayatında var olmaya başladığından beri prodüksiyonlarıyla tiyatromuza kan olmaya devam ediyor. Beşiktaş’taki yerleşik sahnelerinin haricinde hem İstanbul’da hem de Türkiye’nin birçok yerinde perdelerini tiyatro severler için açıyorlar.
Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.