Sansürün Kaldırılması Yetiyor Mu?
Medya dünyamız bunca sıkıntı içinde ve eleştirilere hedef iken, ülkemizde bir çeşit sansürün uygulandığı öne sürülüyor. Oysa ‘24 Temmuz' Türk matbuatından sansürün kaldırılışının yıldönümü...
Türkiye işte böyle çelişkiler ülkesi...
Sansürün kaldırıldığına hiçbir zaman inanamayan biz gazeteciler, acaba madalyonun arka yüzüne cesaretle bakabiliyor muyuz? Daha doğrusu özeleştiride bulunup kendi kendimizi sorgulayabiliyor muyuz? Gerçekten de Türk medya dünyasında ''özdenetim''in yanı sıra bir ''özeleştiri'' meyli var mı?
İşte bunu tespit etmek ve cesaretle öne sürmek çok güç!
Çünkü en ufak bir eleştiride bile rahatsız olan çoğu meslektaşlarımız, her fırsatta ''halkın gerçekleri öğrenme özgürlüğü'' nün ihlalinden bahisle, ''sansürcü zihniyet''i gündeme getiriyor. Basın mensubu, herhalde sansürün her türlüsüne karşı gelmeli ve gerekirse bu uğurda mücadele vermeli.
Fakat nereye kadar?
Medya mensupları, kuruluşları aracılığıyla bir otokontrol veya bir özeleştiri vizyonuna sahip oldukları zaman, ''Basın kendini sorguluyor'' ifadesi rahatlıkla kullanılabilir.
KAVRAM KARGAŞASI
Her şeyden önce bütün kesimlerde olduğu gibi, medya dünyamızda da, bir ''kavram kargaşası'' nın yaşandığını kabul etmek gerekiyor. Bu kargaşanın hem mesleği icra edenlerden, hem de resmi makamlardan hatta bazen okuyuculardan kaynaklandığını öne sürdükten sonra, birtakım gerçekleri dile getirmeye çalışalım.
Başta çeşitli basın kuruluşları olmak üzere birçok meslektaşımız, basın özgürlüğünün ihlal edildiğinde hemfikirken, resmi makamlar ise, ''Basın özgürlüğü sınırlı olmalı'' tezini öne sürüyor.
BİR TELEFON EMRİYLE
Başbakanlığa bağlı Basın Yayın Genel Müdürlüğü'nün bir telefon emriyle gazete kapatıldığı bir devirden, bu aşamaya adım adım gelmiş bir basının; elde ettiği özgürlük sahasını kolay kolay kaybetmek istemediği, buna mukabil kişi hak ve hürriyetlerinin tartışılmayacak kadar ''kutsal'' oluşu da ortalarda kalıyor. İşte bütün ikilem burada başlıyor ve yaşanıyor.
''Nereye kadar basın özgürlüğü?'' diyenlerin karşısına ''Basın sansür edilemez'' ilkesinin hatırlatıldığı bir ülkede, unutulanların başında ''basının zorla susturulamayacağı'' buna mukabil ''özdenetim'' ve ''kendini sorgulama'' mekanizmalarının otomatikman işletilmesi geliyor.
İktidarların, basını şimdiki tanımıyla medyayı, zoraki yasalarla susturamayacaklarının sayısız örnekleri hem ülkemizde, hem de dünyanın çeşitli yörelerinde yaşanıyor.
Aynı zamanda büyük bir ''vebal'' altında olan medyanın da sorumluluğunun bilinci içinde, gidişini bizzat ''denetlemesi'', bir otokontrol mekanizmasının daha etkin ve cesur çalışması beklentisi, gündemden hiçbir zaman düşmüyor.
Bu ''ikilem''in çözülmesi için başvurulacak en kestirme ve kesin yol, gazetecinin özgürlük sınırlarını kendisinin çizmesi ve hiçbir şekilde bunu ihlal etmemesi için kendi kendine söz vermesiyle özetleniyor.
MEDYA SORGULANIYOR
Çeşitli çelişkiler içinde çırpınan Türk basını, çıkış yolları ararken artık ''gazetecilik'' de sürekli sorgulanıyor. Basın bizzat kendini sorgularken bazı gerçekler de bir bir, bütün berraklığıyla su üstüne çıkıyor.
Her şeyden önce, gazetecinin kesin tarifi veya ayrıntılı tanımı yapılmalı. Bu konuda, gerek hükümetin, gerek iletişim fakültelerinin ve gerek meslek kuruluşlarının çalışmaları bulunuyor.
Ne var ki, kalın çizgileriyle ''sarı basın kartı sahibi herkes gazetecidir'' görüşü ağır basıyor.
Ancak, bu görüşün her zaman gerçekçi olmadığı da biliniyor.
Yaşanan bazı olaylar ''sarı basın kartı''nın istismar edildiğini kanıtlıyor.
Bazı yüksek düzey yöneticilerin ve bürokratların da ''sarı basın kartı'' taşıdıkları unutulmuyor.
212 UYGULANMIYOR
''Sarı basın kartı olan herkes gazetecidir'' görüşünü bir yerde kabul etmekle beraber, mesleğe yeni başlayan gençlerin, uzun yıllar ''sarı basın kartı'' alamama talihsizliğiyle karşı karşıya oldukları da bir gerçek. 212 Sayılı Yasa dışında kadroya alındıkları veya hiç yasaya bağlı olmadıkları başka bir gerçek.
Peki bu durumda olan meslektaşlarımız gazeteci sayılmayacaklar mı?
İşte Türk basını, böylesine çapraşık bir manzara daha arz ediyor.
Henüz gazetecinin tanımı tam olarak yapılamıyor.
Çeşitli görüşler birbiriyle adeta çarpışıyor ve çelişiyor.
Bir başka çelişki de, meslek orjini olmayan yazar enflasyonunda yaşanıyor.
Gerçekten de gazetelerde haber, haber-röportaj, dizi röportajların yerini çarşaf çarşaf yazılar işgal ediyor.
BABİL KULESİ GİBİ...
...Ve ne yazık ki, çoğu yazarların esas mesleği gazetecilik değil. Ya öğretim üyesi, ya emekli bürokrat, diplomat, subay ya da tıp adamı, sanatçı, hukukçu, öğretmen. Spor sayfalarını ise eski sporcular, hakemler doldurmuş bulunuyor.
Hiç bir mesleğin, diğer meslek sahipleri tarafından böylesine doldurulmasına, başta yasalar olmak üzere, ilke ve teamüller müsade etmiyor. Gazeteciliğin içinde bulunduğu durum, esas meslekleri bakımından, aynen ''spor hakemleri''ne benziyor.
Aslında mesleğimize intisap eden çoğu şahsiyetlerin hem görüşleri, hem kültürleri, hem üslupları, kısacası ''müktesebat'' meslektaşlarımızı imrendirecek derecede mükemmel, Türk basınına katkları ise tartışılmıyor.
GAZETECİLİK BİR MESLEK
Ne var ki, meslekten yetişme gazetecilerin, ister istemez hareket kabiliyetleri sınırlanırken, gazetecilik mesleğinin sorgulanması da gündeme geliyor. ''Yoksa gazetecilik meslek değil mi?'' diye sorular zihinlere takılıyor.
Rahmetli hocamız Burhan Felek'in, ''...asker mektubu yazabilenlere de yazar denilebilir'' sözünü hatırlatırken, her yazarın gazeteci olmadığını, en azından gazeteci sayılmaması gerektiğini öne sürenler ağırlık kazanıyor.
Nasıl ki, ne kadar bilgisi, ne kadar deneyimi ve ne kadar nosyonu olursa olsun, hiç kimse ne avukat, ne doktor, ne mühendis ve benzeri mesleklere intisap edemiyorsa, gazeteciliğe de giriş sınırlanmayı bekliyor.
Öte yandan, 212 Sayılı Basın Kanunu'nun tamamen rafa kaldırıldığı bir ortamda, medya dünyamız, muazzam yatırımlara, muazzam paralar öderken, yine parasını tam alamayan, sosyal hakları olamayan bir medya çalışanları profili, 24 Temmuz'u gerçekten de gölgeliyor.
CRA 27.Temmuz.2009 Pazartesi - 20:14:00
Türkiye işte böyle çelişkiler ülkesi...
Sansürün kaldırıldığına hiçbir zaman inanamayan biz gazeteciler, acaba madalyonun arka yüzüne cesaretle bakabiliyor muyuz? Daha doğrusu özeleştiride bulunup kendi kendimizi sorgulayabiliyor muyuz? Gerçekten de Türk medya dünyasında ''özdenetim''in yanı sıra bir ''özeleştiri'' meyli var mı?
İşte bunu tespit etmek ve cesaretle öne sürmek çok güç!
Çünkü en ufak bir eleştiride bile rahatsız olan çoğu meslektaşlarımız, her fırsatta ''halkın gerçekleri öğrenme özgürlüğü'' nün ihlalinden bahisle, ''sansürcü zihniyet''i gündeme getiriyor. Basın mensubu, herhalde sansürün her türlüsüne karşı gelmeli ve gerekirse bu uğurda mücadele vermeli.
Fakat nereye kadar?
Medya mensupları, kuruluşları aracılığıyla bir otokontrol veya bir özeleştiri vizyonuna sahip oldukları zaman, ''Basın kendini sorguluyor'' ifadesi rahatlıkla kullanılabilir.
KAVRAM KARGAŞASI
Her şeyden önce bütün kesimlerde olduğu gibi, medya dünyamızda da, bir ''kavram kargaşası'' nın yaşandığını kabul etmek gerekiyor. Bu kargaşanın hem mesleği icra edenlerden, hem de resmi makamlardan hatta bazen okuyuculardan kaynaklandığını öne sürdükten sonra, birtakım gerçekleri dile getirmeye çalışalım.
Başta çeşitli basın kuruluşları olmak üzere birçok meslektaşımız, basın özgürlüğünün ihlal edildiğinde hemfikirken, resmi makamlar ise, ''Basın özgürlüğü sınırlı olmalı'' tezini öne sürüyor.
BİR TELEFON EMRİYLE
Başbakanlığa bağlı Basın Yayın Genel Müdürlüğü'nün bir telefon emriyle gazete kapatıldığı bir devirden, bu aşamaya adım adım gelmiş bir basının; elde ettiği özgürlük sahasını kolay kolay kaybetmek istemediği, buna mukabil kişi hak ve hürriyetlerinin tartışılmayacak kadar ''kutsal'' oluşu da ortalarda kalıyor. İşte bütün ikilem burada başlıyor ve yaşanıyor.
''Nereye kadar basın özgürlüğü?'' diyenlerin karşısına ''Basın sansür edilemez'' ilkesinin hatırlatıldığı bir ülkede, unutulanların başında ''basının zorla susturulamayacağı'' buna mukabil ''özdenetim'' ve ''kendini sorgulama'' mekanizmalarının otomatikman işletilmesi geliyor.
İktidarların, basını şimdiki tanımıyla medyayı, zoraki yasalarla susturamayacaklarının sayısız örnekleri hem ülkemizde, hem de dünyanın çeşitli yörelerinde yaşanıyor.
Aynı zamanda büyük bir ''vebal'' altında olan medyanın da sorumluluğunun bilinci içinde, gidişini bizzat ''denetlemesi'', bir otokontrol mekanizmasının daha etkin ve cesur çalışması beklentisi, gündemden hiçbir zaman düşmüyor.
Bu ''ikilem''in çözülmesi için başvurulacak en kestirme ve kesin yol, gazetecinin özgürlük sınırlarını kendisinin çizmesi ve hiçbir şekilde bunu ihlal etmemesi için kendi kendine söz vermesiyle özetleniyor.
MEDYA SORGULANIYOR
Çeşitli çelişkiler içinde çırpınan Türk basını, çıkış yolları ararken artık ''gazetecilik'' de sürekli sorgulanıyor. Basın bizzat kendini sorgularken bazı gerçekler de bir bir, bütün berraklığıyla su üstüne çıkıyor.
Her şeyden önce, gazetecinin kesin tarifi veya ayrıntılı tanımı yapılmalı. Bu konuda, gerek hükümetin, gerek iletişim fakültelerinin ve gerek meslek kuruluşlarının çalışmaları bulunuyor.
Ne var ki, kalın çizgileriyle ''sarı basın kartı sahibi herkes gazetecidir'' görüşü ağır basıyor.
Ancak, bu görüşün her zaman gerçekçi olmadığı da biliniyor.
Yaşanan bazı olaylar ''sarı basın kartı''nın istismar edildiğini kanıtlıyor.
Bazı yüksek düzey yöneticilerin ve bürokratların da ''sarı basın kartı'' taşıdıkları unutulmuyor.
212 UYGULANMIYOR
''Sarı basın kartı olan herkes gazetecidir'' görüşünü bir yerde kabul etmekle beraber, mesleğe yeni başlayan gençlerin, uzun yıllar ''sarı basın kartı'' alamama talihsizliğiyle karşı karşıya oldukları da bir gerçek. 212 Sayılı Yasa dışında kadroya alındıkları veya hiç yasaya bağlı olmadıkları başka bir gerçek.
Peki bu durumda olan meslektaşlarımız gazeteci sayılmayacaklar mı?
İşte Türk basını, böylesine çapraşık bir manzara daha arz ediyor.
Henüz gazetecinin tanımı tam olarak yapılamıyor.
Çeşitli görüşler birbiriyle adeta çarpışıyor ve çelişiyor.
Bir başka çelişki de, meslek orjini olmayan yazar enflasyonunda yaşanıyor.
Gerçekten de gazetelerde haber, haber-röportaj, dizi röportajların yerini çarşaf çarşaf yazılar işgal ediyor.
BABİL KULESİ GİBİ...
...Ve ne yazık ki, çoğu yazarların esas mesleği gazetecilik değil. Ya öğretim üyesi, ya emekli bürokrat, diplomat, subay ya da tıp adamı, sanatçı, hukukçu, öğretmen. Spor sayfalarını ise eski sporcular, hakemler doldurmuş bulunuyor.
Hiç bir mesleğin, diğer meslek sahipleri tarafından böylesine doldurulmasına, başta yasalar olmak üzere, ilke ve teamüller müsade etmiyor. Gazeteciliğin içinde bulunduğu durum, esas meslekleri bakımından, aynen ''spor hakemleri''ne benziyor.
Aslında mesleğimize intisap eden çoğu şahsiyetlerin hem görüşleri, hem kültürleri, hem üslupları, kısacası ''müktesebat'' meslektaşlarımızı imrendirecek derecede mükemmel, Türk basınına katkları ise tartışılmıyor.
GAZETECİLİK BİR MESLEK
Ne var ki, meslekten yetişme gazetecilerin, ister istemez hareket kabiliyetleri sınırlanırken, gazetecilik mesleğinin sorgulanması da gündeme geliyor. ''Yoksa gazetecilik meslek değil mi?'' diye sorular zihinlere takılıyor.
Rahmetli hocamız Burhan Felek'in, ''...asker mektubu yazabilenlere de yazar denilebilir'' sözünü hatırlatırken, her yazarın gazeteci olmadığını, en azından gazeteci sayılmaması gerektiğini öne sürenler ağırlık kazanıyor.
Nasıl ki, ne kadar bilgisi, ne kadar deneyimi ve ne kadar nosyonu olursa olsun, hiç kimse ne avukat, ne doktor, ne mühendis ve benzeri mesleklere intisap edemiyorsa, gazeteciliğe de giriş sınırlanmayı bekliyor.
Öte yandan, 212 Sayılı Basın Kanunu'nun tamamen rafa kaldırıldığı bir ortamda, medya dünyamız, muazzam yatırımlara, muazzam paralar öderken, yine parasını tam alamayan, sosyal hakları olamayan bir medya çalışanları profili, 24 Temmuz'u gerçekten de gölgeliyor.
CRA 27.Temmuz.2009 Pazartesi - 20:14:00
Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.