Nefis muhasebesi!..

Merhaba sevgili Ogün okurları, bu hafta size Ülkemizde, devletimizin kılcal damarlarına 'habis bir ur' gibi, virüs gibi kök salmış 'paralel yapı'yla ilgili özeleştiri ve nefis muhasebesi yapmak istiyo
Çünkü geldiğimiz noktada gördüklerim, yaşadıklarım, bildiklerim geçmişe yönelik vicdanları kanatacak şeyleri hatırlattı bana…

Siz buna günah çıkartma da diyebilirsiniz, benim başlığa yazdığım gibi nefis muhasebesi de!…

Ama ne derseniz deyin, bu özeleştiriyi yapmayı, manen ve vicdanen bir gereklilik olarak hissettim….

Dünya hayatında cereyan eden tüm hadiseler Allahın bilgisi dahilinde olur. İyilikleri de görür, kötülükleri de görür. Kötülük yapanı da görür, kötülüğe ses çıkartmayanı da görür. Çünkü bu hayattaki hiçbir şey tesadüfi olamaz, O’nun bilgisi dahilinde tezahür eder.

Bu girizgahtan sonra günümüzdeki olaylara bir göz atmak istiyorum; Ülkemiz ve Ülke Yönetimi çok kritik bir süreçten geçiyor. 28 Şubat 1997’den bu yana, ülkemiz tarihin en zor ve sıkıntılı sürecini yaşıyor.

28 Şubat Post-Modern darbeden sonra, 2001 Ekonomik krizi sonrası AK Parti iktidarıyla yeni bir sürece girdik. AK Parti iktidarı'nın ilk yıllarında ülkemizin geleneksel vesayet müessesesi olan TSK’nın darbe girişimleri, AK Parti'yi iktidar yaptı ama pek muktedir etmedi. Bu süreçte Cumhurbaşkanlığında da Ahmet Necdet Sezer’in olması bu “askeri vesayeti” sürekli ve güçlü kıldı, hükümetin işlevselliğini sürekli engelledi.

2007'de AK Parti kapatma davası ülkemiz için, ikinci ve çok önemli bir kırılma noktası oldu. Anayasa Mahkemesinde görülen dava sonucu ve bu süreçte Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi ve de yapılan seçimlerde Ak Parti’nin ezici üstünlüğüyle bu süreç de aşıldı. Ama “seçkinci ve askeri vesayet” kısmi de sürmeye devam etti.

AK Parti hükümeti her geçen gün "muktedirliğini" pekiştirmeye devam etti. Ta ki 2010 yılındaki Anayasa refarandumuyla, pek çok noktada süregelen geleneksel “vesayet” bitmeye başladı. Bu süreçle birlikte, ülkede Ergenekon, Balyoz vb. gibi davalarla pek çok sivil ve askeri kişi tutuklanmaya, yargılanmaya ve mahkum olmaya başladı. Özellikle Anayasa Referandumu sonrası bu davalar yürütülürken hükümet de, Yargı ve emniyet yetkililerine tam destek verdi. Ama günümüzde yaşanılan sıkıntılar tam da işte bu dönemde oluşturulmaya başlandı. Ama hükümet bunun pek de farkında olmadı, olamadı.

HSYK oluşturulurken bir kesim ya da inanç grubunun (Gülen cemaati) bu kurumda “kümelenmesine” fırsat verildi ve herhangi bir kaygı duyulmadı. Dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin'le, Başbakan arasında bu konuya dair basına yansıyan diyalog çok manidardir.

Sadullah bey diyor ki; "Efendim 22 üyenin 13’ü cemaat müntesibi, bu durum sıkıntı oluşturmasın?…

Başbakan ise, sorun olmaz, alnı secdeye gelen birinden zarar gelmez” diyerek bu camianın hak etmediği ölçüde hüsn-ü zan besliyordu. Daha sonraki süreçlerde Cemaat her geçen gün kamu bürokrasisinde etkinliği artırmaya başladı. Yargı, Emniyet, Maliye, Tübitak, Savunma Sanayii vb. gibi kritik kurumlarda etkinliğini artırmaya devam etti. Ama hükümet yine fazla ve gereksiz “hüsn-ü zan” duymaya devam etti. Taa ki, 7 Şubat 2012 de, Mit müsteşarı ve iki müsteşar yardımcısı ifadeye çağrılana kadar…

O anda bile Başbakana gelip bizimle alakası yok diyen cemaat müntesipleri nerdeyse bu sıkıntının kendilerinden tezahür etmediğine Başbakan’ı inandıracaklardı…

Ama her şey gün gibi ortada idi. 7 Şubat Mit kriziyle başlayan güvensizlik süreci her geçen gün arttı ve 2013, 17 Aralık sabahı yapılan operasyonla savaş noktasına gelindi.

25 Aralık günü bir başka 'Paralel Savcı'nın yapmak istediği operasyonla iyice kızıştı. Hükümet artık yeni bir vesayetin, daha önce hiç görülmediği şekilde büyümüş, serpilmiş ve hatta kendini yutmak istediğini gördü, yaşadı. Hükümete ve özellikle Başbakan’a yönelik tavırlarıyla halk tabiriyle "gemi azıya" almış olduklarını ve o ana dek iman, İslam, eğitim vb. gibi hizmet görüntüsüyle oluşturdukları 'algı'yla, Türkçe Olimpiyatları gibi PR çalışmalarıyla cilalı yanlarını gösterenlerin aslında arka planda neyi amaçladıkları acı bir şekilde yaşanmaya başladı.

Bu süreçte yıllardır binlerce dinlemeler yapıldığı, devletin güvenliğiyle doğrudan alakalı 'kripto'lu telefonların bile dinlendiği, Başbakan'ı "zamanı gelince" zorda bırakmak için akla hayale gelmeyen ölçüde, ülke güvenliğini hiçe sayan "gözü dönmüşlük" içinde malzeme ve done’ler topladıkları ve sipere yatıp bekledikleri gördü. Daha önce yapılan Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi operasyonlarda da, uydurma delillerle, dijital hilelerle, internet ayak oyunlarıyla, olmayan suç isnatlarını uydurduklarını gözledi.

Yalçın Akdoğan bu durumu, “bunlar TSK'ya da kumpas kurmuşlar” sözüyle deklere etti. Aslında tam da burada “şapkayı önümüze koyup” düşünme dönemi başladı. Bir nevi “kader” tecelli etmeye başladı. Çünkü o büyük operasyonlar yapılırken, o tutuklamaların mağdurları deliller ve yargılama süreci ve de sürecin gizliliğinin ihlaliyle ilgili feryat ederken bizler maalesef ve ne acıdır ki sessiz kaldık. O gün sivil ve askeri kişiliklere, bugün de hükümete ve Başbakana bu operasyonu yapanlar öyle bir “algı operasyonu” yaptılar ki, o dönemde, Başbakan’ı bile bazı şeyleri göremez hale getirdiler. Ne zamana kadar sürdü bu durum….? Ta ki besleyip büyüttüğün canavar, kendine engel olanları parçalayıp yolundan uzaklaştırıp seni hedefe koyana dek… Evet bugün aslında dün yapılması gereken ama adil yargılamayla yapılması gereken “vesayet operasyonu” (Ergenekon, Balyoz gibi...) bile boşa düştü. Artık zihinler haksıza bile haksız diyemeyecek noktaya geldi. “Büyütülen canavar”ın, yani Başbakanın deyimiyle “paralel yapının” ülkeye uyguladığı, yargısal, güvenlik vb. gibi vesayetin yanında hiç hükmüne düştü. Ülke darbeler yaşadı, muhtıralar gördü ama böylesini ilk defa görüyor. Çünkü burada azgın iştahla bezenmiş “kurt” gövdenin içinde büyüdü, gövdenin içinden çıktı.

Bediüzzaman Said Nursi’nin söylediği gibi; “Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi, onun için mukavemet kolaydı, şimdi kurt gövdenin içine girdi, mukavemet güçleşti" Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder.” Evet şu anda tam da bu yaşanıyor, Said nursi’nin gövdenin içine girdiğini söylediği kurt ne acıdır ki gövdeyi içerden nasıl kemirmiş fark ettirmeden, gövdeyi nasıl içten içe bitirmiş hissettirmeden… Başbakan bunu fark etti ama ne acıdır ki çok geç fark etti...

Bunu fark edince de insan kendi kendine şunu demekten alamıyor; “acaba şefkat tokatları mı yiyoruz, acaba geçmişte suçlu bile olsa suçlanan insanlara suçlarının çok da fevkinde suçlamalarda bulunulmaya sessiz kalmamızın bedelini mi ödüyoruz?…

Acaba darbe teşebbüsünde bulunanlara yapılan orantısız suçlamaların Gayretullah nezdinde bedelini mi ödüyoruz…?”

Evet bürokraside cemaatten olmayanlar, cemaate hayır diyenler, karşı çıkanlar, onların kirli emellerine olumsuz bakanlar bir bir tasfiye edilirken, pasifize edilirken sessiz kalmanın bedelini mi ödüyoruz yoksa… Görmemiz lazım idi bugünleri...

Çünkü görmemiz gereken mercii’lerdeydik ve hala oradayız. Yapılanları ince ince detaylandırıp ayırt etmemiz gerekirdi yapılanlardaki hassas aldatmalar ve dijital operasyonlarla haksız isnatları…

Görmemiz gerekirdi, şüpheliye bile orantısız suçlamanın yanlışlıklarını…

Görmemiz gerekirdi, İlker Başbuğ'lar, Nedim Şener'ler, Ahmet Şık'lar, Hanefi Avcı'lar gibi mağdurların feryatlarını…

Ama nefsimize hoş geldi maalesef, sustuk, sessiz kaldık ve hatta “belki de bizim bilmediğimiz neler yapmışlar ki“ gibi faraziyelerle, yapılanları kendi ruhumuzda, aklımızda tolere etmeye ve aklileştirmeye çalıştık. Göremedik adım adım yaklaşan tehlikeyi, o gün bize muhalif olanlara yapıldığı için sessiz kaldık, yargı eliyle yapılan “yargısız infaz”lara…

Sessiz kaldık emniyetin yaptığı insan onurunu zedeleyici iş ve işlemlerine..

Ve adım adım geldiler; önce ona,sonra şuna, daha sonra ötekine….

Adeta ebabil kuşları gibi oldular, bilemedik bunların tetikçi olduğunu, kamikaze olduğunu, ipnotize edilmiş “haşhaşi” gibi dikte edilen hedefe sorgusuz odaklandıklarını… Ve varlık nedeni hükümete de silah doğrultacaklarını…

Evet şimdi hedefteki, bu  canavarı koruyan, besleyen, büyüten hükümet ve başbakan oldu… Canlar yanmaya başladı ve anladık canları yananın acısını…

Dinlediler, takip ettiler, topladılar, heybelerini doldurdular, dinleme kayıtları, şantaj malzemeleri,devletin gizli güvenlik sırlarını.… Ve şimdi ise tehditle, şantajla, oy hesabıyla veya başka Saiklerle yanlarına aldıkları şürekalarıyla (işadamları, medya, yazarlar, CHP, MHP ve diğer iç ve dış destekçileriyle) saldırıya başladılar…

Umarım ve inşallah bu ülkedeki köklü kadim devlet geleneği baskın gelir, halkın sağduyusu üstün gelir, halkımız büyük basiret ve ferasetiyle,  Tayyip Erdoğan’ın siyasi karizması, cesareti, mücadele azmi, siyasi dehasıyla;  görünmeyen ama şimdi apaçık ortaya çıkan bu “paralel tehlikeyi” görür ve TC Devletinin yanında yer alır. Çünkü artık sorun hükümet ve Başbakan sorunu olmaktan öteye geçmiş ve devletin beka sorunu haline gelmiştir.

Şimdi okurlarım sorabilir…
Bu bir günah çıkartma mı?…
Evet, adına ne denirse densin, ister günah çıkartma, isterse özür dileme…

Ben bu yazıyı yazdım ve özür de diliyorum.
Haftaya daha sakin, daha huzurlu, daha dingin bir Türkiye’de, yeni “bir portre” de buluşmak üzere hayırla, sağlıkla ve huzurla kalın!

Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

Yorum Yazın
sohbet islami chat omegle tv türk sohbet islami sohbet elektronik sigara cinsel sohbet su böreği sipariş oyun haberleri tıkanıklık açma dijital pazarlama ajansı galeri yetki belgesi nasıl alınır yalama taşı Evden eve nakliyat