Yüksek gerilim !.
Bir genç kızımız, hem de peril peril bir genç kızımız, hunharca (Belki de tecavüz edilip) parçalanarak, yakılarak öldürüldü.
Hemen hemen herkes sonuç üzerinden tartıştı.
Kimi sözüm ona derinden bakıp, işi politize etti ve iktidara çaktı, kimi yine aynı gerekçeyle ana muhalefetin sözüm ona neredeyse yüzyıldır topluma şırınga ettiği ahlakın üzerinden analiz yaptı.
Vay efendim o saatte ne işi vardı bir kızın sokakta, kim bilir nasıl giyinmişti, servise tek başına niye binmişti falan filan.
Unuttukları şuydu: Bu bu sonuçta öyle de böyle de siyasetin etkileri olabilir elbette ancak biricik ve en büyük etken bu değildir.
Bizi bu sonuca getiren toplumun kadınlı erkekli çoğunluğunun Maçoist yaklaşımları tercih ve kabul edip, bu bakışa (Maçoizme) gönüllü teslimiyetidir.
Sonucu değil de nedenleri irdelemek, en azından birkaç saat sürecek bir panelde tartışılacak kadar yoğun, çetrefil, karmaşıktır ve ben bu konudaki düşüncelerimi yanlış anlamalara yol açmayacak şekilde detaylı yazarsam da burada okunamayacak kadar uzun ve sıkıcı olacaktır.
Sonucun etkileşimleri üzerine konuşmak gerekirse; birileri hemen durumdan vazife çıkartıp, muhafazakar hükümete yaranırım da bir pozisyon kaparım kurnazlığıyla, yönetici oldukları okullardaki kız öğrencileri mini etekten vazgeçirtmek için, erkek öğrencilerden oluşan taciz timi kurmaya kalktı.
Vaktiyle başörtüsüne karşı kurulan iğrenç ikna odaları bu uygulama yanında masum kalırdı.
Allahtan bu yöneticinin yöneticileri onun sandığı gibi ya da olduğu gibi şuursuz değildi ve işten el çektirildi.
Üstelik bu kişi bir kadındı ve öğretmendi.
Bunun bana anlattığı; sorunun cinsiyetle, eğitimle ve siyasetle ilgili olmadığıydı.
Öğretmendi, kadındı ve iktidar tarafından cezalandırılmıştı.
Peki neydi?
Maçoist düşünce ve davranışa teslim olunuştu, kabullenişti.
Giyim kuşam özgürlüğü; yalnızca başörtüsü ile sınırlı değildir ve bizim insanlara yaklaşımımızı onların giyim tarzları belirlememelidir. Hayat bu konuda pek çok sürpriz sunarak beni eğitmiştir.
Nasıl ki başörtülü bir kadını koşulsuzca bir önyargıyla namuslu kabul ediyorsak, açık bir kadını da koşulsuz bir önyargıyla her yola gelir diye kabul ediyoruz. Halbuki her iki durumun da tam tersini örnekleriyle birebir yaşamış biriyim.
Namus üzerinden koşulsuz bir önyargı şart olacaksa bu; tanımadan, bilmeden ve aksini görmeden, yaşamadan herkesin namuslu olacağı olmalıdır.
Giyinmek insanın kendi tasarrufu ve özgürlüğüdür. Hatta soyunmak da.
Buna verilebilecek en büyük karşılık, aynı özgürlükten kaynaklanan bakıştır.
Onun da güzeli; gökte süzülen martıya, erken açan bahar dallarına, kumsala vuran dalgalara, kısaca Tanrı'nın yarattığı, doğanın tüm güzelliklerine bakacağın gibi olanıdır.
Peygamber'in 'Veda Hutbesi'ndeki; "Kadınlar size emanettir" sözünü bile anlayamıyoruz.
‘Emanet’ bize ‘mal’ değildir. Üzerinde tasarruf hakkımız yoktur. Bizce olması gerektiği şekilde değil, olduğu gibi korumamız talep edilmiştir. Hiçbir şeyini değiştiremez ve koruduğumuz için üzerinde hak iddia edemeyiz.
Nasıl olması gerektiği hakkında karar veremeyiz. Bunları yapmayacağımızdan dolayı bize duyulan 'emniyet'ten 'emanet' edilmiştir.
Emanet, emniyetten gelir. Güvenilirliktir özü. Emanet, bırakın hor kullanmayı, asla kullanılmaması gerekendir. Dolayısıyla, kadınların 'emanet' olduğunu düşündüğümüz halde bile, bırakın kendileri olarak kalsınlar. Onları değiştirmeye kalkmak (bizce doğru yolda bile olsa), kullanmak, üzerinde hak iddia etmek emanete yani Peygamber'e hıyanettir.
Gelelim iktidar tarafından onaylanacak zannederek ‘iktidar yalakalığı’ yapmaya kalkıp, duvara toslayan, kerameti kendinden menkul zat-ı muhtereme ve ona verip veriştirenlere.
Nihat sonuç, onu vaktiyle allayıp pullayıp topluma servis edip şimdi ayar, ceza verenler (Ahmet, Acun, Rasim, İbo ve sizlerin çoğunluğu) sebeptir.
Sebep ortadan kalkmadıkça sonuç değişmez. O yüzden birilerini alkışlarken bir kez daha düşünün.
Bir kadının mini eteğinden çıkmış, şöhret demeyelim de 'Medya Maymunu' olmuş, reyting sisteminin sapıklaştırdığı zihnin tarafından 'Filozof' kıvamına getirip, alkışlattığın dangalak alnından yellenince bas bas bağırmayacaksın.
Veeeee Özgecan üzerinden özellikle kadına şiddet gündemiyle yoğunlaşan haftada parti gurup toplantılarına odaklandım.
Eyyyy liderler; keşke bugün için olsa bile, bari siz egonuzdan vazgeçseydiniz de, grup toplantınızda bir kadın milletvekilini, mesela CHP’liler Şafak Pavey'i konuştursaydınız.
Şiddet yalnız kadına mı?
Elbette değil.
Herkes, kendi gibi olmayan diğerleriyle sorunu şiddet üzerinden çözmeye, hatta öldürmeye yöneliyor.
Daha önce de pek çok örneğini gördük. Sonuncular; kartopu cinayeti ve üniversiteli Fırat.
Sosyal medyada Fırat’ın katlinin yeterince sahiplenilmemesini Ülkücü olmasına bağlayan ülkücüler –ki biri Facebook arkadaşım bir oyuncu- intikam çığlıklı yazılar yazdılar. Hrant’la Hırant, Ermeni’yle Ermeni, Berkin’le Berkin, Ali İsmail’le Ali İsmail, Geyle gey, Özgecan’la Özgecan oldunuz. Hepiniz Fırat olsanıza deyip “Ya tam susturacağız, ya kan kusturacağız” diye bitiriyorlar yazdıkları dokunaklı yazıları ve ‘dokunak’ o son cümlede güneş görmüş kara dönüyor.
Elbette ki öldürülen her genç evlâttır ve öldürülen herkes candır. Fark yoktur. Fark; o cinayetlerden sonra söylenenlerde ve tavırdadır.
Örneğinden yola çıkalım Hrant'tan,Berkin'den, Ali İsmail ve diğerlerinden sonra, aileleri, yakınları çıkıp da "Ya tam susturacağız, ya kan kusturacağız" diye, şiddet, intikam, savaş çağrıştıran, kana kan kokan sözler söylemedi. Adalet istediler yalnızca.
Bu ülke, bireysel ya da toplumsal olsun, kan davalarından çok çekti. Yoksa elbette, bugün de hepimiz Fırat'ız..
Peki nasıl duracak, nasıl bitecek bu şiddet. Nasıl sona erecek bu toplumun gerginliği?
Hala anlamadık mı? 65 yıldır aynı ya da benzer yöntemleri deneyerek farklı sonuç bekliyoruz.
Oysa her seferinde biraz daha kaybedip azalıyoruz, geriliyoruz (her iki anlamda da).
Çözüm daha fazla yasak değil, daha fazla sanat, daha fazla müzik, daha fazla edebiyat, daha fazla felsefe.
Klasik müzik falan ama. Hopdiri tastam müzikler değil.
Tiyatro filan, tek kişilik, zeminsiz gösteriler değil.
Roman, tarih, biyografi falan. Yalandan kişisel gelişim filan değil.
Erasmus, Hegel, Camus falan. Nihat Doğan filan değil.
Daha fazla hayat yani...
Not: Mecliste ‘Kamu düzeni ve iç güvenliği sağlayacak yasa tasarısı'nın görüşmelerinin kavgalı, dövüşlü, yaralamalı olması; bana bekareti korumak için sevişmek gibi geldi (anladınız siz o sevişmeyi)..
Hemen hemen herkes sonuç üzerinden tartıştı.
Kimi sözüm ona derinden bakıp, işi politize etti ve iktidara çaktı, kimi yine aynı gerekçeyle ana muhalefetin sözüm ona neredeyse yüzyıldır topluma şırınga ettiği ahlakın üzerinden analiz yaptı.
Vay efendim o saatte ne işi vardı bir kızın sokakta, kim bilir nasıl giyinmişti, servise tek başına niye binmişti falan filan.
Unuttukları şuydu: Bu bu sonuçta öyle de böyle de siyasetin etkileri olabilir elbette ancak biricik ve en büyük etken bu değildir.
Bizi bu sonuca getiren toplumun kadınlı erkekli çoğunluğunun Maçoist yaklaşımları tercih ve kabul edip, bu bakışa (Maçoizme) gönüllü teslimiyetidir.
Sonucu değil de nedenleri irdelemek, en azından birkaç saat sürecek bir panelde tartışılacak kadar yoğun, çetrefil, karmaşıktır ve ben bu konudaki düşüncelerimi yanlış anlamalara yol açmayacak şekilde detaylı yazarsam da burada okunamayacak kadar uzun ve sıkıcı olacaktır.
Sonucun etkileşimleri üzerine konuşmak gerekirse; birileri hemen durumdan vazife çıkartıp, muhafazakar hükümete yaranırım da bir pozisyon kaparım kurnazlığıyla, yönetici oldukları okullardaki kız öğrencileri mini etekten vazgeçirtmek için, erkek öğrencilerden oluşan taciz timi kurmaya kalktı.
Vaktiyle başörtüsüne karşı kurulan iğrenç ikna odaları bu uygulama yanında masum kalırdı.
Allahtan bu yöneticinin yöneticileri onun sandığı gibi ya da olduğu gibi şuursuz değildi ve işten el çektirildi.
Üstelik bu kişi bir kadındı ve öğretmendi.
Bunun bana anlattığı; sorunun cinsiyetle, eğitimle ve siyasetle ilgili olmadığıydı.
Öğretmendi, kadındı ve iktidar tarafından cezalandırılmıştı.
Peki neydi?
Maçoist düşünce ve davranışa teslim olunuştu, kabullenişti.
Giyim kuşam özgürlüğü; yalnızca başörtüsü ile sınırlı değildir ve bizim insanlara yaklaşımımızı onların giyim tarzları belirlememelidir. Hayat bu konuda pek çok sürpriz sunarak beni eğitmiştir.
Nasıl ki başörtülü bir kadını koşulsuzca bir önyargıyla namuslu kabul ediyorsak, açık bir kadını da koşulsuz bir önyargıyla her yola gelir diye kabul ediyoruz. Halbuki her iki durumun da tam tersini örnekleriyle birebir yaşamış biriyim.
Namus üzerinden koşulsuz bir önyargı şart olacaksa bu; tanımadan, bilmeden ve aksini görmeden, yaşamadan herkesin namuslu olacağı olmalıdır.
Giyinmek insanın kendi tasarrufu ve özgürlüğüdür. Hatta soyunmak da.
Buna verilebilecek en büyük karşılık, aynı özgürlükten kaynaklanan bakıştır.
Onun da güzeli; gökte süzülen martıya, erken açan bahar dallarına, kumsala vuran dalgalara, kısaca Tanrı'nın yarattığı, doğanın tüm güzelliklerine bakacağın gibi olanıdır.
Peygamber'in 'Veda Hutbesi'ndeki; "Kadınlar size emanettir" sözünü bile anlayamıyoruz.
‘Emanet’ bize ‘mal’ değildir. Üzerinde tasarruf hakkımız yoktur. Bizce olması gerektiği şekilde değil, olduğu gibi korumamız talep edilmiştir. Hiçbir şeyini değiştiremez ve koruduğumuz için üzerinde hak iddia edemeyiz.
Nasıl olması gerektiği hakkında karar veremeyiz. Bunları yapmayacağımızdan dolayı bize duyulan 'emniyet'ten 'emanet' edilmiştir.
Emanet, emniyetten gelir. Güvenilirliktir özü. Emanet, bırakın hor kullanmayı, asla kullanılmaması gerekendir. Dolayısıyla, kadınların 'emanet' olduğunu düşündüğümüz halde bile, bırakın kendileri olarak kalsınlar. Onları değiştirmeye kalkmak (bizce doğru yolda bile olsa), kullanmak, üzerinde hak iddia etmek emanete yani Peygamber'e hıyanettir.
Gelelim iktidar tarafından onaylanacak zannederek ‘iktidar yalakalığı’ yapmaya kalkıp, duvara toslayan, kerameti kendinden menkul zat-ı muhtereme ve ona verip veriştirenlere.
Nihat sonuç, onu vaktiyle allayıp pullayıp topluma servis edip şimdi ayar, ceza verenler (Ahmet, Acun, Rasim, İbo ve sizlerin çoğunluğu) sebeptir.
Sebep ortadan kalkmadıkça sonuç değişmez. O yüzden birilerini alkışlarken bir kez daha düşünün.
Bir kadının mini eteğinden çıkmış, şöhret demeyelim de 'Medya Maymunu' olmuş, reyting sisteminin sapıklaştırdığı zihnin tarafından 'Filozof' kıvamına getirip, alkışlattığın dangalak alnından yellenince bas bas bağırmayacaksın.
Veeeee Özgecan üzerinden özellikle kadına şiddet gündemiyle yoğunlaşan haftada parti gurup toplantılarına odaklandım.
Eyyyy liderler; keşke bugün için olsa bile, bari siz egonuzdan vazgeçseydiniz de, grup toplantınızda bir kadın milletvekilini, mesela CHP’liler Şafak Pavey'i konuştursaydınız.
Şiddet yalnız kadına mı?
Elbette değil.
Herkes, kendi gibi olmayan diğerleriyle sorunu şiddet üzerinden çözmeye, hatta öldürmeye yöneliyor.
Daha önce de pek çok örneğini gördük. Sonuncular; kartopu cinayeti ve üniversiteli Fırat.
Sosyal medyada Fırat’ın katlinin yeterince sahiplenilmemesini Ülkücü olmasına bağlayan ülkücüler –ki biri Facebook arkadaşım bir oyuncu- intikam çığlıklı yazılar yazdılar. Hrant’la Hırant, Ermeni’yle Ermeni, Berkin’le Berkin, Ali İsmail’le Ali İsmail, Geyle gey, Özgecan’la Özgecan oldunuz. Hepiniz Fırat olsanıza deyip “Ya tam susturacağız, ya kan kusturacağız” diye bitiriyorlar yazdıkları dokunaklı yazıları ve ‘dokunak’ o son cümlede güneş görmüş kara dönüyor.
Elbette ki öldürülen her genç evlâttır ve öldürülen herkes candır. Fark yoktur. Fark; o cinayetlerden sonra söylenenlerde ve tavırdadır.
Örneğinden yola çıkalım Hrant'tan,Berkin'den, Ali İsmail ve diğerlerinden sonra, aileleri, yakınları çıkıp da "Ya tam susturacağız, ya kan kusturacağız" diye, şiddet, intikam, savaş çağrıştıran, kana kan kokan sözler söylemedi. Adalet istediler yalnızca.
Bu ülke, bireysel ya da toplumsal olsun, kan davalarından çok çekti. Yoksa elbette, bugün de hepimiz Fırat'ız..
Peki nasıl duracak, nasıl bitecek bu şiddet. Nasıl sona erecek bu toplumun gerginliği?
Hala anlamadık mı? 65 yıldır aynı ya da benzer yöntemleri deneyerek farklı sonuç bekliyoruz.
Oysa her seferinde biraz daha kaybedip azalıyoruz, geriliyoruz (her iki anlamda da).
Çözüm daha fazla yasak değil, daha fazla sanat, daha fazla müzik, daha fazla edebiyat, daha fazla felsefe.
Klasik müzik falan ama. Hopdiri tastam müzikler değil.
Tiyatro filan, tek kişilik, zeminsiz gösteriler değil.
Roman, tarih, biyografi falan. Yalandan kişisel gelişim filan değil.
Erasmus, Hegel, Camus falan. Nihat Doğan filan değil.
Daha fazla hayat yani...
Not: Mecliste ‘Kamu düzeni ve iç güvenliği sağlayacak yasa tasarısı'nın görüşmelerinin kavgalı, dövüşlü, yaralamalı olması; bana bekareti korumak için sevişmek gibi geldi (anladınız siz o sevişmeyi)..
Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.