Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu..
Taksim meydanı neresiydi sahi!..
Taksim'e her çıktığımda, meydanın ıssız, garip, boşlukta sallanan yalnızlığını görüyor, ''Yayalaştırma Projesi'' nin İstanbullular’ın anılarını nasıl yok etmekte olduğuna acıyla tanıklık ediyorum.
Taksim yalnızca bu kentin değil, bu ülkenin en önemli olaylarına damgasını vurmuş bir nokta.
Bir yanından Elmadağ-Harbiye-Nişantaşı-Şişli yönünde, Cumhuriyet sonrası oluşan ''Asrî'' mahallelere, diğer yanından Galatasaray'a, oradan da Tünel'e dek eski kentin zenginliğinden arda kalanları kucaklayan Pera'ya uzanan serüvenlerin başlangıç noktası bu meydan.
Konutları, otelleri, pasajları, lokantaları, barları, pavyonları, gece kulüpleri, tiyatroları, sinemaları, kitabevleri, café chantant'ları, pastaneleri, mağazaları, genel evleri, kiliseleri ve okullarıyla çılgın bir ressamla, dahi bir müzisyenin, yüz elli yılda, el ele yarattıkları müthiş bir senfonik cennet - cehennem tablosu olan Beyoğlu'nun kapısı ve bu kapıdan geçmek isteyenlerin buluşma yeridir Taksim.
67 yıl önce yıkılan Taksim kışlasını yeniden yapacaklarını, altına da katlı otopark yerleştireceklerini söylüyorlar bugün bize.
Benim de elbette herkese değil ama, gerçekten İstanbullu olanlara, ya da kendini öyle hissedenlere söyleyecek bir kaç sözüm, soracak bir kaç sorum, anılarına dokunarak yüreklerini kanatacak bir kaç cümlem var.
Örneğin bir 23 Nisan'da minik ellerinizden biri annenizin diğeri babanızın sıcacık avuçlarında, Taksim meydanındaki Maksem'den bir ışık seli gibi akan rengarenk suları izlediniz mi? diye sorarak başlayacağım.
Yıllar sonra, yine aynı Maksem'in diğer köşesinde, İstiklal'in girişindeki İş Bankası'nın kumbara Saatinin altında, ya da Meydan'ın ortasında sıralanmış gerçek otobüs duraklarının turnikeleri önünde, ilk gençlik heyecanıyla yüreğiniz tutuşarak, sevgilinizi beklediniz mi?
Tramvaylara yetişememiş olabilirsiniz belki ama, Şişli - Tünel otobüsünden o meydanda inip, meydanın başındaki Kristal büfeden, sabah sabah, ıslak hamburgerinizi alıp, İstiklal Caddesinde akan iki taşıt sırası arasından koşarak okulunuza yetiştiniz mi?
Ya da meydanın diğer yanındaki dört katlı Osmanlı Bankası'nın önünden geçip, Kazancı yokuşunun köşesindeki Ankara Pazarı'ndan leblebi tozu ve sarı saman kağıtlı ''müsvette'' defteri aldınız mı, okula giderken?
Aynı Osmanlı Bankası'nın önünden, ''maça, maça'' diye bağıran dolmuşlara atlayıp, 25 Kuruşa Dolmabahçe'ye indiniz mi?
Eminim, Osmanlı Bankası ve bitişiğindeki iki binayla, Ankara Pazarının 1 haftada yıkılıp kaybolduğuna ve yerine Taksim Etap Oteli'nin yükseliverdiğine tanıklık etmişsinizdir.
Sizin yoktur belki ama, anne ve babanızın, Cumhuriyet Anıtı önünde kol kola çekilmiş bir siyah beyaz fotoğrafı mutlaka vardır, aile albümünüzde.
Onlar Cumhuriyet'in yeni nesillerinin gururu içinde poz verirken, yıllar sonra aynı yerde siz, 1 Mayıs mitinglerinin en kanlısına tanık olmadınız mı?
Kanlı 1 Mayıs'ın ertesi günü Taksim'e gene çıkıp, Kazancı Yokuşu'nun başında, mitingi birlikte izlediğiniz ve o yokuşta ezilerek ölen sınıf arkadaşınız için saatlerce göz yaşı döktünüz mü?
Bu ülke tarihinin en kalabalık demokrasi mitinglerinin, yıllarca, o meydanın ortasında sessiz sedasız duran, defne yapraklarıyla donanmış süngü heykelinin gölgesinde yapıldığını anımsadınız mı?
Hiç Itır Eczanesi'nin yanındaki küçücük dükkandan ya da Postanenin bitişiğinden, Lui, Le Monde Politique, Time, National Geographic, Salut Les Copains gibi yabancı gazete ya da dergi almadınız mı?
Postanenin önünde sıralanmış sandıklarda ayakkabı boyatıp Faize-Sevim kardeşlerin Café Boulevard'ında Attila İlhan cam kenarındaki masasında yazar, çizerken, arkadaşlarınızla içkinizi yudumlamışsınızdır belki.
Bir gece yarısı, Taksim Belediye Gazinosu'nda ya da Maksim'de Zeki Müren'i, Behiye Aksoy'u, Emel Sayın'ı izledikten sonra, dudaklarınızda şimdi kaybolmuş bir şarkının nağmeleriyle, Meydan'ı adımlayıp, Bekâr Sokak ya da Mis Sokaktaki pavyonlardan birinin buğulu gizemine sığındınız mı?
Krepen'de, Asmalı Mescit'te, Çiçek Pasajın'da, Yakup'ta, Kadir'in Yeri'nde, Entelektüel Cavit'in Huzur Meyhanesi'nde, Kimene'de, Cumhuriyet'te, İmroz'da kafayı çekip, cilayı Arjantin'le yapıp, o ayazda Taksime yürüdünüz mü?
Meydanın hemen aşağısında Lale işkembecisinde randevu vermiş olan pavyondaki o konsomatris kızı bekleyip de ekilince, taksi ararken Sıraselviler'in köşesinde bekleyen adamlardan ''yalnız kalma abi, halledelim'' teklifi almadınız mı?
Anıt'ın önünde kaçak sigara satan tombalacılar, size ''Kent var, Marlboro var, Lark var, karı var'' diye seslenmediler mi?
Taksim parkından, Divan Bar'da Ahmet ve Reşat beylerin sıcak bar sohbetine yetişmek için geçerken, hemcinslerinizden ''aleni ve sansürsüz teklif'' aldığınız oldu mu?
Kristal Gazinosunun yıkımına ben de tanık olmadım belki ama, Tarlabaşı'nın un ufak edilişini unutabilir miyim?
AKM, bizim aramızda ki adıyla Opera Binası'nın yandığı gece, biz okuldan fırlayıp, yangını çaresizlik göz yaşları içinde izlerken, siz de mi oradaydınız yoksa?
Değilseydiniz bile en azından, bir açık hava konserinde, bir Lgbt yürüyüşünde, bir bildiri dağıtırken, bir protesto eyleminde cop, biber gazı yerken, kavga ederken falan karşılaşmışızdır mutlaka.
Hatta Cumhuriyet Bayramı'ındaki törende, Anıt'a çiçek, çelenk bırakılırken siz de oradaydınız diye anımsıyorum. Adetti çünkü önemli günleri o güzelim Meydan'da kutlamak.
Sıraselviler'in girişi sayılabilecek yerde Kulüp 12'de Devekuşu Kabare'de ya da aynı binanın tepesinde Ankara Sanat Tiyatrosunda oyun izlemeye, bodrum katındaki Günay'da içkinizi yudumlamaya ya da bir kaç adım ötedeki Kennedy Otel'in altındaki Kulüp Kennedy'de Ruhi Su ve Sümeyra Çakır'ı dinlemeye gider miydiniz?
Bir kış günü Taksim'de otobüsten inip iki adım ötedeki Sinematek'te, öğrenci arkadaşlarınızla kucak kucağa, Ahmed Arif'i sahnede ''Hasretinden prangalar eskittim'' şiirini okurken dinlemek de unutulmazdı, değil mi?
Costa Gavras'ın yasaklı olan (Z) Ölümsüz, İtiraf, Sıkıyönetim ve Kayıp filmlerini izlemiş miydiniz, Sinematek'in ışıkları sönük, karatma uygulanan o salonunda? O zaman mutlaka izleyin. Şimdi internet sitelerinden indiriliyor o filmler.
Eski Divan Bar'ı, Papirüs'ü, Atlas'daki Kulis'i, Park Otel'in barını yaşınız elvermediği için ıskalamış olabilirsiniz ama Arif'in Çiçek Barı'nı, Kaktüs'ü, Gezi'deki kafe-barları da mı unuttunuz bu kadar çabuk?
Sonra, kitapçılar vardı, Sander, Mephisto, Robinson, Hachette, Simurg. Fitaş'ta Cem Karaca, Atlas'ta Adamo, Sylvie Vartan konserleri. Çıkışta açık plakçılardan, Kara Kedi'den örneğin, 45'likler alır, Taksim'e yürür, son paralarla ya bir dolmuş, ya bir otobüs arar, belki üç beş arkadaş paraları denkleştirip Meydan'ın Park tarafında bekleyen taksilerden biriyle pazarlık eder, Amerikan'a doluşup eve en yakın yere doğru yola çıkardık.
Hep birlikte beklerdik otobüsleri Meydan'ın ayazında. Ne eser ama değil mi Taksim?
Bir sinema ya da tiyatro salonunun sıcağından, bir bar ya da meyhanenin sarhoşluğundan, bir pavyonun düşsel dünyasından kopup, karlı bir gecede Taksim Meydanın'da sürünmediniz mi hiç.
Şimdi zaman değişti, haklısınız. Şimdi para da var, taksi de var. Tüketilecek bir yığın kalitesiz eğlence, ardında iz bile bırakmayacak bir dolu efkârsız, bol kahkahalı, doyumsuzluk yüklü, paylaşımsız, ne ısıtan, ne üşüten geceler, birliktelikler var.
Beyoğlu'nun sinemalarından, tiyatrolarından, kitapçılarından, lokanta ve meyhanelerinden, ilk Amerikan Bar'larından, biraz kuşkulu ve zaman zaman oldukça tehlikeli, ama yine de çok çekici gelen pavyonlarından, Elmadağ veya Şişli'nin lüks ‘‘diskotek’’lerine, Playboy, Club 33, Parisenne, Hydromel, Goldfinger, Kulüp Batı veya Sıraselviler'deki Tefo-Diskotek'e doğru evrilen bir modernitenin kavşak noktasıdır Taksim.
Sanki bir ayağında hazır İtalyan ayakkabısı, diğerinde ısmarlama ''kundura'' olan biridir bu Meydan.
Artık Rejans'tan çıkıp, sarı votkayla çakır keyif, el ele, kol kola, rüzgâra karşı Taksim'e yürümek yok. Çünkü artık Rejans da yok, Taksim de yok.
Şimdi valelerin park ettiği arabalarımız var. Taksim Arapça yazılara ve tinercilere kalsın. Yolumuz uzun, çünkü artık kentin, duvarlar arasında korumaya alınmış sitelerinde yaşıyoruz. Evimizin otoparkından, Center'ların otoparklarına yuvarlanıyoruz.
Sosyo-politik ve kültürel değişimi görünür kılan interaktif bir bellek yaratmak zorunluluğuna inananlardan mısınız, benim gibi? Peki, neredesiniz? Göremiyorum sizi hiç Taksim'de.
Tarihin, muktedirlerce yazılan bir yanılsama olmasının karşısında, bireysel anılarımızdan ve yaşanmışlıklarımızdan yola çıkarak alternatif bir kent ve bir Beyoğlu tarihi yazımı oluşturmakta çok geç kaldık ne yazık ki.
Taksim Meydanı neresiydi sahi?
Hepsini eksiksiz yaşadım adaşım ve ne yazık ki şimdi çocuklarıma anlatamıyorum.
Çünkü “İstanbulsuzlar” hepsini, benim ve hatta kendi anılarıyla birlikte sözüm ona dönüşüm, modernleşme diyerek yok ettiler.
Kendilerini “Muhafazakar” diye tanımlayanlar, kendilerine emanet edilen hiçbir şeyi muhafaza edemeyip, babalarından kalmış miras gibi harika vurup harman savurdular.
Londra’nın, Paris’in,Berlin ‘in, Roma’nın, Barselona’nın, say sayabildiğin kadar ve hatta onlara nispeten yeni sayılabilecek New York’un, Boston’un kaç asırdır değiştirilmeyip korunan, tarihin anıların izlerini taşıyan meydanlarını, binalarını, yollarını gördükçe içim yanıyor.
Her yanı botokslu, dolgudan, estetikten bebek poposuna dönmüş, karakteristiği yok olmuş, birbirinin benzeri kimliksiz kadınlar gibi oldu şehirlerimiz.
Başta İstanbul.
Taksim'e her çıktığımda, meydanın ıssız, garip, boşlukta sallanan yalnızlığını görüyor, ''Yayalaştırma Projesi'' nin İstanbullular’ın anılarını nasıl yok etmekte olduğuna acıyla tanıklık ediyorum.
Taksim yalnızca bu kentin değil, bu ülkenin en önemli olaylarına damgasını vurmuş bir nokta.
Bir yanından Elmadağ-Harbiye-Nişantaşı-Şişli yönünde, Cumhuriyet sonrası oluşan ''Asrî'' mahallelere, diğer yanından Galatasaray'a, oradan da Tünel'e dek eski kentin zenginliğinden arda kalanları kucaklayan Pera'ya uzanan serüvenlerin başlangıç noktası bu meydan.
Konutları, otelleri, pasajları, lokantaları, barları, pavyonları, gece kulüpleri, tiyatroları, sinemaları, kitabevleri, café chantant'ları, pastaneleri, mağazaları, genel evleri, kiliseleri ve okullarıyla çılgın bir ressamla, dahi bir müzisyenin, yüz elli yılda, el ele yarattıkları müthiş bir senfonik cennet - cehennem tablosu olan Beyoğlu'nun kapısı ve bu kapıdan geçmek isteyenlerin buluşma yeridir Taksim.
67 yıl önce yıkılan Taksim kışlasını yeniden yapacaklarını, altına da katlı otopark yerleştireceklerini söylüyorlar bugün bize.
Benim de elbette herkese değil ama, gerçekten İstanbullu olanlara, ya da kendini öyle hissedenlere söyleyecek bir kaç sözüm, soracak bir kaç sorum, anılarına dokunarak yüreklerini kanatacak bir kaç cümlem var.
Örneğin bir 23 Nisan'da minik ellerinizden biri annenizin diğeri babanızın sıcacık avuçlarında, Taksim meydanındaki Maksem'den bir ışık seli gibi akan rengarenk suları izlediniz mi? diye sorarak başlayacağım.
Yıllar sonra, yine aynı Maksem'in diğer köşesinde, İstiklal'in girişindeki İş Bankası'nın kumbara Saatinin altında, ya da Meydan'ın ortasında sıralanmış gerçek otobüs duraklarının turnikeleri önünde, ilk gençlik heyecanıyla yüreğiniz tutuşarak, sevgilinizi beklediniz mi?
Tramvaylara yetişememiş olabilirsiniz belki ama, Şişli - Tünel otobüsünden o meydanda inip, meydanın başındaki Kristal büfeden, sabah sabah, ıslak hamburgerinizi alıp, İstiklal Caddesinde akan iki taşıt sırası arasından koşarak okulunuza yetiştiniz mi?
Ya da meydanın diğer yanındaki dört katlı Osmanlı Bankası'nın önünden geçip, Kazancı yokuşunun köşesindeki Ankara Pazarı'ndan leblebi tozu ve sarı saman kağıtlı ''müsvette'' defteri aldınız mı, okula giderken?
Aynı Osmanlı Bankası'nın önünden, ''maça, maça'' diye bağıran dolmuşlara atlayıp, 25 Kuruşa Dolmabahçe'ye indiniz mi?
Eminim, Osmanlı Bankası ve bitişiğindeki iki binayla, Ankara Pazarının 1 haftada yıkılıp kaybolduğuna ve yerine Taksim Etap Oteli'nin yükseliverdiğine tanıklık etmişsinizdir.
Sizin yoktur belki ama, anne ve babanızın, Cumhuriyet Anıtı önünde kol kola çekilmiş bir siyah beyaz fotoğrafı mutlaka vardır, aile albümünüzde.
Onlar Cumhuriyet'in yeni nesillerinin gururu içinde poz verirken, yıllar sonra aynı yerde siz, 1 Mayıs mitinglerinin en kanlısına tanık olmadınız mı?
Kanlı 1 Mayıs'ın ertesi günü Taksim'e gene çıkıp, Kazancı Yokuşu'nun başında, mitingi birlikte izlediğiniz ve o yokuşta ezilerek ölen sınıf arkadaşınız için saatlerce göz yaşı döktünüz mü?
Bu ülke tarihinin en kalabalık demokrasi mitinglerinin, yıllarca, o meydanın ortasında sessiz sedasız duran, defne yapraklarıyla donanmış süngü heykelinin gölgesinde yapıldığını anımsadınız mı?
Hiç Itır Eczanesi'nin yanındaki küçücük dükkandan ya da Postanenin bitişiğinden, Lui, Le Monde Politique, Time, National Geographic, Salut Les Copains gibi yabancı gazete ya da dergi almadınız mı?
Postanenin önünde sıralanmış sandıklarda ayakkabı boyatıp Faize-Sevim kardeşlerin Café Boulevard'ında Attila İlhan cam kenarındaki masasında yazar, çizerken, arkadaşlarınızla içkinizi yudumlamışsınızdır belki.
Bir gece yarısı, Taksim Belediye Gazinosu'nda ya da Maksim'de Zeki Müren'i, Behiye Aksoy'u, Emel Sayın'ı izledikten sonra, dudaklarınızda şimdi kaybolmuş bir şarkının nağmeleriyle, Meydan'ı adımlayıp, Bekâr Sokak ya da Mis Sokaktaki pavyonlardan birinin buğulu gizemine sığındınız mı?
Krepen'de, Asmalı Mescit'te, Çiçek Pasajın'da, Yakup'ta, Kadir'in Yeri'nde, Entelektüel Cavit'in Huzur Meyhanesi'nde, Kimene'de, Cumhuriyet'te, İmroz'da kafayı çekip, cilayı Arjantin'le yapıp, o ayazda Taksime yürüdünüz mü?
Meydanın hemen aşağısında Lale işkembecisinde randevu vermiş olan pavyondaki o konsomatris kızı bekleyip de ekilince, taksi ararken Sıraselviler'in köşesinde bekleyen adamlardan ''yalnız kalma abi, halledelim'' teklifi almadınız mı?
Anıt'ın önünde kaçak sigara satan tombalacılar, size ''Kent var, Marlboro var, Lark var, karı var'' diye seslenmediler mi?
Taksim parkından, Divan Bar'da Ahmet ve Reşat beylerin sıcak bar sohbetine yetişmek için geçerken, hemcinslerinizden ''aleni ve sansürsüz teklif'' aldığınız oldu mu?
Kristal Gazinosunun yıkımına ben de tanık olmadım belki ama, Tarlabaşı'nın un ufak edilişini unutabilir miyim?
AKM, bizim aramızda ki adıyla Opera Binası'nın yandığı gece, biz okuldan fırlayıp, yangını çaresizlik göz yaşları içinde izlerken, siz de mi oradaydınız yoksa?
Değilseydiniz bile en azından, bir açık hava konserinde, bir Lgbt yürüyüşünde, bir bildiri dağıtırken, bir protesto eyleminde cop, biber gazı yerken, kavga ederken falan karşılaşmışızdır mutlaka.
Hatta Cumhuriyet Bayramı'ındaki törende, Anıt'a çiçek, çelenk bırakılırken siz de oradaydınız diye anımsıyorum. Adetti çünkü önemli günleri o güzelim Meydan'da kutlamak.
Sıraselviler'in girişi sayılabilecek yerde Kulüp 12'de Devekuşu Kabare'de ya da aynı binanın tepesinde Ankara Sanat Tiyatrosunda oyun izlemeye, bodrum katındaki Günay'da içkinizi yudumlamaya ya da bir kaç adım ötedeki Kennedy Otel'in altındaki Kulüp Kennedy'de Ruhi Su ve Sümeyra Çakır'ı dinlemeye gider miydiniz?
Bir kış günü Taksim'de otobüsten inip iki adım ötedeki Sinematek'te, öğrenci arkadaşlarınızla kucak kucağa, Ahmed Arif'i sahnede ''Hasretinden prangalar eskittim'' şiirini okurken dinlemek de unutulmazdı, değil mi?
Costa Gavras'ın yasaklı olan (Z) Ölümsüz, İtiraf, Sıkıyönetim ve Kayıp filmlerini izlemiş miydiniz, Sinematek'in ışıkları sönük, karatma uygulanan o salonunda? O zaman mutlaka izleyin. Şimdi internet sitelerinden indiriliyor o filmler.
Eski Divan Bar'ı, Papirüs'ü, Atlas'daki Kulis'i, Park Otel'in barını yaşınız elvermediği için ıskalamış olabilirsiniz ama Arif'in Çiçek Barı'nı, Kaktüs'ü, Gezi'deki kafe-barları da mı unuttunuz bu kadar çabuk?
Sonra, kitapçılar vardı, Sander, Mephisto, Robinson, Hachette, Simurg. Fitaş'ta Cem Karaca, Atlas'ta Adamo, Sylvie Vartan konserleri. Çıkışta açık plakçılardan, Kara Kedi'den örneğin, 45'likler alır, Taksim'e yürür, son paralarla ya bir dolmuş, ya bir otobüs arar, belki üç beş arkadaş paraları denkleştirip Meydan'ın Park tarafında bekleyen taksilerden biriyle pazarlık eder, Amerikan'a doluşup eve en yakın yere doğru yola çıkardık.
Hep birlikte beklerdik otobüsleri Meydan'ın ayazında. Ne eser ama değil mi Taksim?
Bir sinema ya da tiyatro salonunun sıcağından, bir bar ya da meyhanenin sarhoşluğundan, bir pavyonun düşsel dünyasından kopup, karlı bir gecede Taksim Meydanın'da sürünmediniz mi hiç.
Şimdi zaman değişti, haklısınız. Şimdi para da var, taksi de var. Tüketilecek bir yığın kalitesiz eğlence, ardında iz bile bırakmayacak bir dolu efkârsız, bol kahkahalı, doyumsuzluk yüklü, paylaşımsız, ne ısıtan, ne üşüten geceler, birliktelikler var.
Beyoğlu'nun sinemalarından, tiyatrolarından, kitapçılarından, lokanta ve meyhanelerinden, ilk Amerikan Bar'larından, biraz kuşkulu ve zaman zaman oldukça tehlikeli, ama yine de çok çekici gelen pavyonlarından, Elmadağ veya Şişli'nin lüks ‘‘diskotek’’lerine, Playboy, Club 33, Parisenne, Hydromel, Goldfinger, Kulüp Batı veya Sıraselviler'deki Tefo-Diskotek'e doğru evrilen bir modernitenin kavşak noktasıdır Taksim.
Sanki bir ayağında hazır İtalyan ayakkabısı, diğerinde ısmarlama ''kundura'' olan biridir bu Meydan.
Artık Rejans'tan çıkıp, sarı votkayla çakır keyif, el ele, kol kola, rüzgâra karşı Taksim'e yürümek yok. Çünkü artık Rejans da yok, Taksim de yok.
Şimdi valelerin park ettiği arabalarımız var. Taksim Arapça yazılara ve tinercilere kalsın. Yolumuz uzun, çünkü artık kentin, duvarlar arasında korumaya alınmış sitelerinde yaşıyoruz. Evimizin otoparkından, Center'ların otoparklarına yuvarlanıyoruz.
Sosyo-politik ve kültürel değişimi görünür kılan interaktif bir bellek yaratmak zorunluluğuna inananlardan mısınız, benim gibi? Peki, neredesiniz? Göremiyorum sizi hiç Taksim'de.
Tarihin, muktedirlerce yazılan bir yanılsama olmasının karşısında, bireysel anılarımızdan ve yaşanmışlıklarımızdan yola çıkarak alternatif bir kent ve bir Beyoğlu tarihi yazımı oluşturmakta çok geç kaldık ne yazık ki.
Taksim Meydanı neresiydi sahi?
Hepsini eksiksiz yaşadım adaşım ve ne yazık ki şimdi çocuklarıma anlatamıyorum.
Çünkü “İstanbulsuzlar” hepsini, benim ve hatta kendi anılarıyla birlikte sözüm ona dönüşüm, modernleşme diyerek yok ettiler.
Kendilerini “Muhafazakar” diye tanımlayanlar, kendilerine emanet edilen hiçbir şeyi muhafaza edemeyip, babalarından kalmış miras gibi harika vurup harman savurdular.
Londra’nın, Paris’in,Berlin ‘in, Roma’nın, Barselona’nın, say sayabildiğin kadar ve hatta onlara nispeten yeni sayılabilecek New York’un, Boston’un kaç asırdır değiştirilmeyip korunan, tarihin anıların izlerini taşıyan meydanlarını, binalarını, yollarını gördükçe içim yanıyor.
Her yanı botokslu, dolgudan, estetikten bebek poposuna dönmüş, karakteristiği yok olmuş, birbirinin benzeri kimliksiz kadınlar gibi oldu şehirlerimiz.
Başta İstanbul.
Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.
Tayfun Üner