• Genel

Fiyakalı katiller

Pahalı kıyafetlerine kan kokusu sinmiş fiyakalı barbarlar... İnsanların ten renklerine göre ayırdılar, kilometrelerce uzaktan gelip yerli halkları öldüler. Ve hiç utanmadan Türkiye'yi yapmadığı soykırım ile suçladılar.
Fiyakalı katiller
Ozan Koltuk - Joe Biden’ın 20 Ocak’ta başkanlık görevine gelmesiyle birlikte Türkiye-ABD ilişkilerinde adeta yeni bir dönem başladı. İki ülke arasında F-35 projesinden Türkiye’nin çıkarılması, ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası (CAATSA) yaptırımları, S400 meselesi, ABD-Yunanistan ortak tatbikatı, Karabağ’da yaşananlar, İsrail-Yunanistan savunma antlaşması, ABD’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne (GKRY) silah satışını serbest bırakması, ABD’nin Suriye’deki terör örgütlerine sağladığı destek, FETÖ konusu, Kuzey Irak ve Libya’daki gelişmeler gibi pek çok konuda fikir ayrılıkları olduğu zaten biliniyordu. Fakat yine de Biden’ın mevcut sorunlara bir yenisini ekleyerek ilişkileri onarılmaz bir noktaya taşıması son ana kadar beklenmiyordu. Biden 24 Nisan’da 1915 olaylarını anmak için yayımladığı mesajda “soykırım” ifadesini kullandı.​​​​​​​

Adalet ve barıştan dem vuran ABD ve Avrupa'nın kanlı tarihlerine bir göz atalım...

KIZILDERİLİ SOYKIRIMLARI
Kristof Kolomb'un 1492 yılında Amerika'ya ulaşmasından sonraki beş asır boyunca Beyaz Avrupalılar ve Amerikalılar tarafından kıtanın yerlileri olan Kızılderililere karşı yapılan soykırım silsilesidir.

Doğrudan Kızılderili katliamları gibi katliam ve etnik temizlik yapılması, Kızılderili Tehciri gibi geleneksel topraklarından apayrı başka topraklara tehcir (zorunlu göç) edilip Kızılderili rezervasyonu ile Kızılderili rezervi gibi alanlara kapatılmaları, bağışıklık sistemlerine yabancı olan çiçek hastalığı gibi Eski Dünya hastalıklarının bilinçli olarak Kızılderililere bulaştırılması (çiçek soykırımı ya da smallpox genocide), Uzun süre Hristiyan misyonerlerince eğitim verilen Kanada yerli yatılı okulları ile ABD yerli yatılı okulları gibi okullarda ailelerinden koparılan Kızılderili çocuklarının anadilleri dışında eğitim almaları ve anadillerini konuşamamaları (dil soykırımı ve kültürel soykırım ya da linguistic genocide, linguicide ve cultural genocide, culturicide) gibi soykırım türleri görülür. Kızılderilileri soykırıma uğratma yöntemleri arasında onların fiziksel imhası, topraklarının gaspedilmesi, kültürel baskıya uğramaları, «imha» (extermination/termination), tehcir ve zorla kısırlaştırma (forced sterilization) görülmektedir. Ekonomik kaynakların kontrolünü elde etmeyi amaçlayan soykırıma faydacı soykırım (utilitarian genocide) denir ve örneklerine günümüzde Brezilya Kızılderilileri ve Paraguay Kızılderililerine (özellikle de Aché) yapılan soykırımlarda rastlanmaktadır. Günümüzde bazı Kızılderili gruplarında işsizlik oranı yüksek olup % 50-70 arasında değişmektedir.

12 Ekim 1492 tarihi Kızılderililer için trajik bir gündür ve o günü Kolomb Günü olarak kutlamak, soykırım, kölelik, tecavüz ve yağma (en:plunder) mirasını kutlamak demektir. Benzer şekilde Şükran Günü kutlamaları ABD Kızılderililerine karşı yapılan soykırımın kutlaması olarak görülmektedir.

Birleşmiş Milletler'in 1948’deki Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2. maddesine göre soykırım tanımlaması: ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biridir: grubun üyelerinin öldürülmesi; grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi; grubun yaşam koşullarının bunun grubun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasti olarak bozulması; grup içinde doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması; çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi. 

Kızılderililere önyargılı yaklaşan ve yaşamı boyunca onları düşman olarak gören General Philip Sheridan'a mal edilen söz:
''The only good Indian is a dead Indian'' (En iyi Kızılderili, ölü Kızılderilidir)

Çiçek soykırımı
Hemen hemen bütün bilginlerin ortak olduğu konu Kızılderili nüfusundaki büyük nüfus azalmasının ana sebebi olarak onların bağışıklık sistemine yabancı olan ve Eski Dünya'dan Yeni Dünya'ya Avrupalılarca getirilen çiçek hastalığı gibi salgın hastalıkları görmeleridir. Avrupalılarla ilk temastan sonra Yeni Dünya'daki yerli nüfusunun % 90–95 kadarı Eski Dünya'dan getirilen hastalıklar sonucu ölmüştür. Bu yeni hastalıklar içinde en ölümcülü çiçek hastalığıdır ve hastalıktan ölümlerin neredeyse tamamı bundan kaynaklanır. 16 yüzyılın başlarındaki ilk temastan 1754-1767 yıllarındaki Fransız ve Kızılderili savaşlarının sonlarına kadar 200 yıldan daha fazla sürede, çoğu Avrupalıların kasıtlı iletimi olmadan, bütün yerliler çiçek hastalığından etkilenmiştir.

Teksas'taki Kızılderili Soykırım Müzesi'nde korunan bir belgeye göre, çiçek hastalığı ile enfekte olmuş battaniyeler Lenape Kızılderililerine Teksas-Kızılderili savaşları sırasında Teksas askerleri tarafından verilmiştir.

Mezoamerika ile Güney Amerika çiçek salgınları
Karayiplerdeki Hispaniola adasında ilk çiçek salgını Aralık 1518 ya da Ocak 1519 tarihinde çıkmıştır. 1518–1519 salgınında bölge yerlilerin nüfusu önemli ölçüde azalmıştır.

İspanyol kâşif ve asker Hernán Cortés 1519 Şubat ayında Meksika'daki Aztek İmparatorluğunu işgal etmiştir. 1520 yılında bir başka İspanyol işgal grubu Hispaniola adasından Meksikaya gelmiş, gelirken de adada iki yıl salgın olarak süren çiçek hastalığını anakıtaya bulaştırmıştır. Diğer grubu duyan Cortés gider ve onları yener, ancak bu temasta adamlarından biri de çiçeğe yakalanır. 21 Mayıs 1520 tarihinde Tenochtitlan'da bulunan Templo Mayor tapınağında Azteklerin İspanyollarca öldürülmesi Tóxcatl Katliamı olarak bilinir. Cortés 1521 Ağustosuna kadar başkente dönmemiştir. Bu arada Aztek nüfusunun çoğu asker % 25 kadarı çiçek salgınından ölmüştür. Fransiskan tarikatından İspanyol misyoneri Toribio de Benavente Motolinia Azteklerdeki bu çiçek salgınını şöyle tasvir eder: Hastalığın çaresini bilmeyen Kızılderililer tahtakuruları gibi yığınlar hâlinde öldüler. Birçok yerde hane halkının hepsi öldü ve ölü sayısının çokluğundan onları gömmek olanaksızdı. Evleri mezarları hâline geldi. Geri dönen Cortés çiçekten henüz ölmeyen Aztek askerlerinin ise oldukça zayıf olduğu görür ve 13 Ağustos 1521 tarihinde ise Aztek İmparatorluğunu yıkar.

Çiçek hastalığı salgınının İnka İmparatorluğu Tahuantinsuyu üzerindeki etkisi ise Azteklerinkinden daha da yıkıcı olmuştur. İspanyol işgalcilerin imparatorluğu gelmesinden önce çiçek salgını Kolombiya'dan başlayarak yayılmıştır. Salgının böylesine hızla yayılmasında muhtemelen işlek İnka yol sistemi yardımcı olmuştur. Ay içerisinde, hastalıktan Sapa Inca Huayna Capac, halefi ve diğer liderlerin çoğu ölmüştür. Hayatta kalan oğullarından ikisi güç savaşına girer ve kanlı pahalı bir savaştan sonra Atahualpa yeni Sapa Inca olur. Başkent Cusco'ya dönen Atahualpa ile onun en iyi generalini İspanyol işgalci Francisco Pizarro bir dizi aldatmayla yakalar ve İmparatorluk ele geçirilir. Birkaç yıl içerisinde İnkaların % 60-90 kadarı çiçek ve diğer Avrupa hastalıklarından dolayı kırılmıştır. Bazı tarihçiler Bartonella cinsinden bakterilerin yaptığı bartonelloz hastalığının sorumlu olduğunu iddia ederler, ancak bu görüş bilim dünyasında azınlıkta kalmıştır. Antik Peru'daki Moche kültürüne ait seramiklerde bartonellanın etkileri tasvir edilmiştir.

Yeni Dünya'daki iki büyük imparatorluğu salgınla yerle bir eden çiçek hastalığı ölümcül ilerleyişine devam eder. 1561 yılında yeni vali Francisco de Villagra'yı taşıyan geminin La Serena'ya yanaşmasıyla çiçek hastalığı Şili'ye de ulaşmış olur. Peru'dan Atakama Çölü ve And Dağlarıyla izole olan Şili'deki yerli Kızılderililer 1561 sonları ile 1562 başlarında çiçek salgınından kırılırlar. Vakanüvisler ölü sayısı üzerine kesin bir rakam vermeseler de, yeni tahminlere göre Şili'deki Kızılderili nüfusun % 20-25 kadarının öldüğü yolundadır. İspanyol tarihçi Alonso de Góngora Marmolejoy'a göre İspanyol altın madenlerinde çalıştırılan Kızılderililerin hepsi ölmüş ve maden kapanmak zorunda kalmıştır. Araukanya (Araucanía) bölgesinde yerli Mapuçe Kızılderilileriyle İspanyol işgalciler arasındaki Arauco Savaşı'nda onları yenmenin mümkün olmadığını gören yeni vali Francisco de Villagra çiçek hastalığı salgınını sihirli bir girişim olarak kabul etmiştir.

Kuzey Amerika çiçek salgınları
1633 yılında Kuzeydoğu ABD'de Plymouth, Massachusetts'te çiçek hastalığı virüsü Kızılderililere bulaşmış ve diğer yerlerde olduğu gibi burada da yerli nüfus yok olmuştur. 1634 yılında Mohavklara ulaşan çiçek hastalığı 1636'da Ontario Gölü'ne ve 1679'da da İrokuaların topraklarına ulaşmıştır. 1770 lerde ABD'nin Batı Kıyılarındaki Kızılderililerin % 30 kadarı çiçek hastalığı salgınında ölmüştür.1780-1782 yılları arasındaki çiçek salgını ise Ova Kızılderililerini kırmış ve nüfuslarında ciddi azalma meydana getirmiştir.Bu çiçek hastalığı salgını Avrupalılardaki bağışıklık ile Avrupalı olmayanlardaki bağışık olmama durumunun klasik bir örneğidir. Muhtemelen Mississippi'deki Yılan Kızılderililerinden (Snake Indians) yerliler hastalığa yakalanmıştır. Oradan da doğuya ve kuzeye Saskatchewan Nehri'ne yayılmıştır. David Thompson’un hesabına göre, 15 Ekim 1781 tarihinde Hudson’s House'dan kürk tüccarları hastalığı ilk kez duymuşlardır. Bir hafta sonra bu hastalığı Hudson’s Bay Company şirketinin Hudson ve Cumberland ticaret karakolları sorumluları olan William Walker ve William Tomison rapor etmiştir. Şubat ayında hastalık Basquia Tribe (günümüzde yer adı: Basquia, Saskatchewan) kabilesine kadar yayılmıştır. Çiçek salgınına bütün kabileler yakalanmış ve birkaç kurtulan kalmıştır. E. E. Rich salgını şöyle tarif eder: aileler çadırlarında gömülmeden yatarken, kurtulan birkaçı da kaçarak hastalığı yaymıştırHouston and Houston, Hudson ve Cumberland evlerindeki yerlilerin % 95 kadarının öldüğünü hesaplamıştır. Paul Hackett Anişinabelerden Grand Portage'daki Ojibvaların üçte birinin çiçekten öldüğünü kaydetmiştir. Bataklık Krileri de benzer biçimde çiçekten yaklaşık % 75 kayıp vermişlerdir. 1785 yılında Büyük Ovalar'daki Siyu Kızılderilileri de salgından etkilenmiştir. Çiçek salgınında yalnızca Kızılderililer ölmemiş, diğerleri de etkilenmiştir. William Walker çiçek salgınını şöyle tarif eder: the Indians are all Dying by this Distemper … lying Dead about the Barren Ground like a rotten sheep, their Tents left standing & the Wild beast Devouring them.

Boston, Massachusetts'te bir dizi çiçek salgını olmuştur. 1636 yılından 1698 yılına kadar, Boston'ta altı salgın görülmüştür. 1721 yılındaki salgın en ağırı olmuştur. Şehirdeki bütün nüfus kaçmış ve salgını On Üç Koloni'nin geri kalanına taşımıştır.

Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında, 1770 lerin sonunda, çiçek hastalığı bir kere daha gelmiş ve yaklaşık 125.000 kişi ölmüştür. Pehr Kalm'in Travels in North America adlı gezi yazısında, ölmekte olan Kızılderili köylerinin cesetlerle dolduğunu ve bu cesetler ve henüz ölmemiş zayıflamış mağdurlar üzerinde kurtların şölen yaptığını yazmıştır.

1832 yılında ABD federal hükûmeti Kızılderililer için çiçek aşısı programı başlatmıştır.

Kanada'da 1702-1703 yılları arasında, Québec şehrinin yaklaşık dörtte biri çiçek salgınında ölmüştür.

Karayip Adaları
Karayipler ya da Karayip Adaları Amerika'nın keşfedildiği ilk yer olduğu gibi Kızılderili soykırımlarının açılışı da Beyazlar (İspanyollar) tarafından burada yapılmıştır. Karayip Adalarının barışçıl Aravaklarına yapılan soykırım kasvetli kronoloji olarak Kolomb'un kendi mektup ve jurnalleri ile onun en ateşli hayranı olan tarihçi Bartolomé de las Casas'ın sayfalarında belgelenmiştir.

Kolomb 1492 yılında Batı Hint Adaları'na geldiğinde bölgede üç büyük yerli grubu bulunuyordu: batı Küba ile Haiti'de yaşayan ve dilleri hakkında birkaç kelime dışında bir şey bilinmeyen Ciboney Kızılderilileri; Büyük Antiller'de (Küba, Jamaika, Haiti, Dominik Cumhuriyeti, Porto Riko, Trinidad) yaşayan Tayno Aravakları; Küçük Antiller'de yaşayan Karib Kızılderilileri.

Tayno Soykırımı (Taíno Genocide)
Tayno ya da Aravak Soykırımı (İng. Taíno Genocide, Arawak Genocide), Büyük Antiller'de (Küba, Haiti, Dominik Cumhuriyeti, Porto Riko, Jamaika) ve Bahamalar'da yaşayan ve Aravak dillerini konuşan Tayno (ya da dar anlamda Aravak) Kızılderililerine karşı İspanyollar tarafından yapılan soykırım. Beş büyük Tayno kasikliği (caciquat) bulunan Hispaniola'daki ilk temasta yerli nüfusun sayısı belirsizdir ve birkaç yüz bin ile bir milyon arası oldukları tahmin edilmektedir. Kolomb'un Avrupa'ya geri dönüşünden sonra daha fazla İspanyol yerleşimci gelmiş ve 1504 yılında son kasiklik olan Higüey yapılan savaşla devrilmiştir. Sonraki on yıl içinde Taynoların yaşam koşulları giderek azalmıştır. İspanyol sömürgeciler tarafından adanın altın rezervleri sömürülmüş ve kalan Taynolar köleleştirilmiştir. Haiti'de Kolomb'un gelmesinden sonraki 25 yıl içinde Taynoların sayısı köleleştirme, katliam ve hastalıklar sebebiyle azalmıştır. 1514 yılında Hispaniola adasında sağ kalan tayno sayısı yalnızca 32.000 kişidir. 1515 yılında yalnızca Hispaniola adasında, en muhafazakâr tahminlere göre, savaş ve kölelik yüzünden Taynoların toplam nüfusunun % 80 kadarına denk gelen 200.000 kişi öldürülmüş, sonraki yıllarda ise yerliler tamamen silinmişlerdir. Harvard Üniversitesi'nden denizcilik tarihi üzerine uzman olan Amerikalı tarihçi Samuel Eliot Morison «Kolomb tarafından başlatılan ve halefleri (ardılları) tarafından devam ettirilen zulüm politikası tam bir soykırım ile sonuçlanmıştır» (cruel policy initiated by Columbus and pursued by his successors resulted in complete genocide) demiştir. Günümüzde "safkan" Tayno yoktur ve soykırımdan kurtulanların tamamına yakını mestizo olarak İspanyol ve Afrika kültürü içinde erimiştir. Yine de bazıları Tayno mirasının varisleri olduklarını iddia etmektedirler. Dominikli eğitimci E. Antonio de Moya'nın «Kızılderili soykırımı tarihimizin büyük bir yalanıdır ... Dominik Taynoları Avrupalılarla temastan 500 yıl sonra bile yaşamaya devam etmektedir» (the Indian genocide is the big lie of our history... the Dominican Taínos continue to live, 500 years after European contact) demesi de bu mirasın varisleri olduklarını iddia etme politikası gereğidir.

Kalinago Soykırımı (Kalinago Genocide)
Kalinago ya da Karip Soykırımı (İng. Kalinago Genocide, Carib Genocide) Küçük Antiller'de yaşayan ve Karip dillerini konuşan Kalinago (ya da dar anlamda Karip) Kızılderililerine karşı İngiliz ve Fransızlar tarafından yapılan soykırım. Küçük Antiller'e Avrupalı yerleşimcilerin doluşması üzerine, Dominika dahil çevre adalardan gelen çok sayıda Kalingo Kızılderilisi 1626 yılında Saint Kitts adasında toplanır. Fakat bu toplantı Barbe adlı bir kadın tarafından İngiliz yerleşimcilere söylenmiş ve İngiliz ve Fransız güçleri St. Kitts adasına sürpriz bir gece baskını yapmışlar ve bugün Bloody Point olarak adlandırılan noktada Kariplerin çoğunu öldürmüştür.

Karip Sürgünü (Carib Expulsion), 1660 yılında Martinik adasında Fransızların yerli Karip Kızılderililerini etnik temizlik kapsamında sürgün (sınır dışı etme) etmesidir.

Britanya Amerikası
Amerika'nın Britanya tarafından sömürgeleştirilmesi sürecinde Britanya Amerikası'nda (1607-1783) Beyazlar tarafından işlenen soykırımları içerir. Bu dönemdeki Kızılderili katliamlarında İngilizler tarafından kafa derisi yüzme geleneğinin yaygınlaştırıldığı görülür.

Pequot Soykırımı (Pequot Genocide)
1637-1638 Pequot Soykırımı ya da Pequot Savaşı (Pequot War, Pequot Genocide): Pequot kabilesinden Algonkin Kızılderilileri ile Massachusetts Bay, Plymouth ve Saybrook sömürgelerindeki İngiliz sömürgeciler ve mütttefiği olan Mohegan ile Narragansett Kızılderilileri arasındaki savaş ve bu savaş sırasında işlenen soykırım. Pequot Savaşı sırasında, 26 Mayıs 1637 tarihinde Mystic Katliamı olarak adlandırılan olayda John Mason komutasındaki İngiliz sömürgecilerin Kızılderili kabilelerinden Mohegan ve Narragansett müttefikleriyle birlikte, günümüzdeki Connecticut eyaletinde Mystic Nehri kıyısındaki büyük bir Pequot köyüne gece baskını düzenlemiş ve evlerinde uyumakta olan yaklaşık 600–700 kadar soydaş Kızılderilileri evleriyle birlikte yakmış ve yanmaktan kurtulabilenleri de öldürmüşlerdir. Pequot Savaşında Pequot Kızılderililerinin yüzlercesi öldürülmüş, yüzlercesi tutsak alınmış ve Batı Hint Adaları'na köle olarak satılmışlardır.Kurtulabilenler ise dağılmışlardır.

Beothuk Soykırımı (Beothuk Genocide)
Beothuk Kızılderilileri: Son Beothuk kadını Shanawdithit'in 1829 yılında ölmesiyle birlikte soyları tükenmiştir. Avrupalıların Amerika yerlilerine karşı soykırım yapıp yapmadığı konusu tartışmalı bir konudur ve olaylara bilginlerin ve siyasi partilerin bakış açısı farklıdır. Bazı bilginler Beothukların soyunun soykırım dışı sebeplerle tükendiğini söylerken, başkalarıysa soykırımların Avrupalılar tarafından yürütülen bir kampanyanın sonucu olduğunu söylerler. Soykırım olmadığı savunanlar vali John Bryon'un Beothuklara zarar vermenin ciddi suç olduğunu ilan etmesini gösterirler.

Kanada
Kanada Kızılderili Soykırımı (First Nation Genocide, Canadian Genocide, Canadian Holocaust): Kanada'da Kızılderili politikasının bürokratik yapısı soykırımlara yol açmıştır.

Kanada yerli yatılı okulları
Kanada İnuitleri, Kanada Kızılderilileri ve Métisler'den oluşan Kanada yerlilerine yakın zamana kadar eğitim-öğretim verilen yatılı okullar ağı olan Kanada yerli yatılı okulları soykırım merkezleri olarak görülmektedir. Kimilerine göreyse bu okullarda yapılan asimilasyon ve diğer eylemlerin "soykırım" olarak nitelendirilmesi tartışmalıdır ve konsensüs gerekir ve kesinlikle bir soykırım bulgusunun Kanada'da sosyal ve siyasi sonuçları olacaktır. Bu okullarda hükûmet ve Kilise elele vererek Kızılderili çocuklarını kardeşlerinden ayırmış, anadillerini konuşmaları yasaklanmış ve kendi manevi inanç ve kültürlerine yabancılaştırılmıştır. Ayrıca, bu okullarda rahibelerin sert elleri ile rahiplerin cinsel istismarı nadir değildir.

Amerika Birleşik Devletleri
19. yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri'nde Amerikalı yerleşimcilerce kıtanın doğu kıyısından batı kıyısına kadar genişlemenin mukadder olduğunu ifade eden Manifest Destiny çağrı yapılınca Kızılderililer yerlerinden olmuş ve sık sık Kızılderili katliamları ve zaman zaman Kızılderili soykırımları görülmüştür. ABD'nin temas öncesi Kızılderili nüfusu en muhafazakâr tahminlere göre 12 milyon daha büyüktü ve dört asır sonra ise % 95 azalarak 237 bine gerilemiştir. Holokost (Almanların Yahudi Soykırımı) uzmanı David Cesarani ABD devleti ve politikalarının Manifest Destiny doktrinini ilerleterek yerliler üzerinde soykırım yaptığını söyler. Cesarinin Kızılderili Soykırımında (Native American Genocide) ölenlerin Yahudi Soykırımında ölenleri aştığını vurgulamıştır. American Holocaust kitabının yazarı David E. Stannard Batı Yarıküre'de ABD dahil birçok ülkenin yerli halklara karşı soykırım ve ırkçı dehşeti işlendiğinin yazmıştır. 1894 yılındaki Amerika Birleşik Devletleri Nüfus Sayım Bürosu'na (Bureau of the Census) göre ABD ile Kızılderililer arasından 40'tan fazla savaş yaşanmış, çoluk çocuk dahil yaklaşık 30.000 Kızılderili ile 19.000 Beyaz yaşamını kaybetmiştir.

Amerika bizonu
ABD'nin orta bölgesindeki Ova Kızılderililerinin ana geçim kaynağı olan Amerika bizonunun sistematik öldürülmesi soykırımla ilişkilendirilmektedir. William Frederick Cody 1867–1868 yıllarında 18 ay içinde 4.280 bizonu avlayarak Buffalo Bill («Bizon William») lakabını kazanmıştır.

Bizonun Kuzey Amerika'daki nüfusu:

Kızılderili zamanlarında 60.000.000 baş
1800 yılında 40.000.000 baş
1850 yılında 20.000.000 baş
1865 yılında 15.000.000 baş
1870 yılında 14.000.000 baş
1875 yılında 1.000.000 baş
1880 yılında 395.000 baş
1885 yılında 20.000 baş
1889 yılında 1.091 baş
1895 yılında 1.000 den az
1902 yılında 1.940 baş
1983 yılında 50.000 baş

Kaliforniya
Kaliforniya Kızılderili Soykırımı (California Indian Genocide, Genocide of California Indians, Great California Genocide, California Genocide, Genocides of California): Batılılarla temas öncesi 300.000 nüfusa sahip olan Kaliforniya Kızılderilileri 1900 yılında 16.000 rakamına gerilemiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısında Kaliforniya'daki Avrupalı-Amerikalılar tarafından kendi özel çıkarlarını korumak ve geliştirmek için demokratik süreçleri ve mekanizmaları kullanarak yerli Kaliforniya Kızılderililerine karşı cinayet, tecavüz ve binlerce yerli Kızılderilinin köleleştirilmesi gibi araçlar kullanılarak kitlesel soykırım (mass genocide) uygulamıştır. 1848 yılında Meksika'dan alınan Kaliforniya'da 1846 Kaliforniya Altına Hücumu sırasında yerli dağ kabilelerinin kadınları madenciler tarafından cariye, erkekleri köle ya da silah talim hedefi (shooting targets for sport) olarak kullanılmıştır. Öldürülen Kızılderililer dönemin gazetelerinde manşetleri doldurmuştur. 1850-1860 yılları arasında Beyaz yerleşimcileri yerli Kaliforniya Kızılderililerinden "korumak" amacıyla Beyaz milisleri kiralamak için Kaliforniya eyaleti 1.5 milyon dolar (ki bunun 250.000 kadarı federal hükûmet tarafından karşılanmıştır) ödemiştir Avcı ve toplayıcı olan bu yerliler sonraki yıllarda genellikle küçük ve izole edilmiş Kızılderili rezervasyonu ve rancheria adı verilen kamplara yerleştirilmişler ve bu yeni yerleşimleri doğal kaynaklar bakımından fakir olup onların geçimlerini sağlayacak finansmandan da yoksun bırakılmışlardır. Sonuç olarak Kaliforniya'nın yükselişi yerlilerin çöküşü pahasına yapılmıştır. Benjamin Madley, Lindsay C. Brendan ve Ed Castillo gibi bilim adamları Kaliforniya hükûmetinin bu yaptıklarını bir soykırım (genocide) olarak tanımlamaktadırlar. Eyalet ve federal hükûmet arşivlerinde yüzlerce gazete makalesi, iddialar, dilekçeler ve diğer soykırım belgeleri bulunmaktadır. Katliamlar ve soykırım sona erdiğinde Kaliforniya Kızılderili nüfusu % 90 azalmıştır. 1840 yılında Kaliforniya'da yaklaşık 4.000 Avrupalı (yalnızca 400 kadarı Amerikalı) yaşıyordu. Kaliforniya Altına Hücumu sırasında bu sayı artmış, artışla birlikte Kızılderili soykırımları da artmıştır. 1860 ların ortalarında hayatta kalan Kızılderili sayısı yalnızca 34.000 kişidir ve % 90 kadarının soyu kırılmıştır. 1870 lerde federal hükûmet Kaliforniya'da Kızılderili rezervasyonları kurmak üzere harekete geçmiştir. 1875 ve 1877 yılları arasında 13 olan bu rezervasyonların sayısı 1930'da yeni kurulan 36 rezervasyonla artmıştır.

1846-48 Meksika-Amerika Savaşını bitiren Guadalupe Hidalgo Antlaşmasının 1848 yılında imzalanmasıyla birlikte Kaliforniya'nın % 90'ını oluşturan 200.000 yerli Kızılderili ABD'nin bir parçası hâline gelmiş, fakat bir asır sonra sayıları azalarak 20.000 rakamına gerilemiştir.

Yana Soykırımı (Yana Genocide)
Yana Soykırımı (Yana Genocide, Genocide of California's Yana Indians), kuzeymerkezî Kaliforniya'da yaşamış avcı ve toplayıcı Yana Kızılderililerine karşı Beyaz yerleşimciler tarafından 1850 lerde yapılan soykırım. Yanaların Yahi kabilesinden son kişi olan İşi'nin 28 Ağustos 1911 günü ölmesiyle birlikte Yana halkı ve dili Yanaca yok olmuştur. Yanaların 1847 öncesi nüfusunun 3.000 kişi olduğu tahmin edilmektedir. Yanaların maruz kaldığı soykırım konusu üzerine esas olarak Yale Üniversitesi'nden tarihçi Benjamin Madley çalışmıştır.

Modok Soykırımı (Modoc Genocide)
Modok Soykırımı (Modok Genocide), kuzeydoğu Kaliforniya ile merkezî Güney Oregon'da yaşayan avcı ve toplayıcı Modok Kızılderililerine karşı Beyazlar tarafından 1851-1873 yıllarında yapılan soykırım.

Yuki Soykırımı (Yuki Genocide)
Kuzeybatı Kaliforniya'da yaşayan avcı ve toplayıcı Yuki Kızılderilileri 1851-1910 yıllarında Kaliforniya eyalet yetkilileri tarafından bilinçli olarak soykırıma uğratılmışlardır Kaliforniya'da kendini human («insan») olarak vasıflandıran birçok Beyaz yerleşimci tarafından Yukiler subhuman («insan-altı, alt-insan : insan olmayan, insanla aynı kategoride bulunmayan, insandan daha aşağıda bulunan») olarak görülmüştür. Yukilerin maruz kaldığı soykırım konusu üzerine esas olarak Yale Üniversitesi'nden tarihçi Benjamin Madley çalışmıştır. Ona göre Yuki felaketi dört evre olarak gelişim göstermiştir: birinci evre, yerleşimcilerin 1854 ve 1855 akınları ve daha sonra 1856 yılındaki yerleşimleri ile Yuki topraklarının gaspedilip kadın (squaw) ve çocukların (papoose) kaçırılması ve köleleştirilmesi; ikinci evre, 1857-1859 yıllarında Yukilerin orantısız güç doğrultusunda topluca öldürülmesi; üçüncü evre, Kaliforniya valisi tarafından kiralanan milis güçlerinçe Yukilerin avlanması; dördüncü ve son evre ise federal yetkililer tarafından Yukilerin rezervasyona kapatılması. 1854-1864 yıllarında Yukilerin nüfusu:

1854 yılında 6.000-20.000 kişi
1856 yılında 5.000+ kişi
1858 yılında 2.300-3.000+ kişi
1861 yılında 500-600+ kişi
1864 yılında 300-600 kişi
Viyot Soykırımı (Wiyot Genocide)

Viyot Soykırımı ya da 1860 Viyot Katliamı (1860 Wiyot Massacre, Wiyot Genocide, Indian Island Massacre): Kuzeybatı Kaliforniya'da yaşayan avcı ve toplayıcı barışçıl Viyot Kızılderilileri 26 Şubat 1860 tarihinde saldırıya uğramıştır. Beyaz yerleşimciler tarafından Humboldt County'de Eureka yakınlarında günümüzde Indian Island olarak bilinen Tuluwat adasında eşzamanlı üç saldırının birinde çoğu kadın ve çocuk yaklaşık 188 Kızılderili öldürülmüştür.

Tolova Soykırımı (Tolowa Genocide)
Tolova Soykırımı (Tolowa Genocide), kuzeybatı Kaliforniya ile güneybatı Oregon'da yaşayan avcı ve toplayıcı Tolova Kızılderililerine karşı yerel beyaz milisler, gönüllüler ve yerleşimciler tarafından 1850-1860 yıllarında yapılan soykırım. Bu süreçte öldürülenlerin sayısı en az 250 en fazla 1.055 kişi olarak tahmin edilmektedir. 1853 yılında Tolova Atabasklarına karşı Yontoket Katliamı ile Achulet Katliamı gerçekleştirilmiştir. 1855–56 Rogue Nehri Savaşları sonrası hayatta kalan 600 Tolova tehcire tabi tutulmuş ve Oregon'daki Kızılderili rezervasyonuna kapatılmışlardır. Tolovaların maruz kaldığı soykırım konusu üzerine esas olarak Yale Üniversitesi'nden tarihçi Benjamin Madley çalışmıştır.

Kolorado
1864 Sand Creek Katliamı alan historiyografisinde belirgin biçimde bir soykırım olayı (genocidal event) örneğidir. Albay John M. Chivington komutasındaki Üçüncü Colorado Süvari alayı 29 Kasım 1864 sabahı Şayenler ve Arapaholardan oluşan Sand Creek'teki reis Black Kettle'ın kampına yerliler uykudayken saldırır ve çok sayıda silahsız Kızılderili adam, kadın ve çocuk öldürülür ya da sakat bırakılır. Kolorado valisi John Evans «bütün bu düşman Kızılderilileri, bulunabilir her yerde, ülkenin düşmanları olarak, öldür ve yok et» (kill and destroy, as enemies of the country, wherever they may be found, all such hostile Indians < ABD Kongresi, House of Representatives, 1865, sayfa: 47) biçiminde talimat vermiştir. Bu politika daha sonra Chivington tarafından «küçük büyük hepsini öldür ve kafa derilerini yüz; bu sirkeler (bit yumurtaları) ve yavşaklar (bit yavrusu) büyür bit olur» (kill and scalp all, little and big; that nits made lice < ABD Kongresi, Senato, 1865, sayfa: 71) biçiminde tekrar edilir. Amerikalı tarihçi Guenter Lewy'ye göre Kızılderili tarihi trajedilerle doludur, fakat bunlar bir soykırım değildir.

ABD Kızılderili yatılı okulları
ABD Kızılderili yatılı okulları'nın Kızılderili İşleri Bürosu tarafından yeniden yapılandırılmasında Carlisle Indian Industrial School meslek lisesinin asimilasyon modeli esas alınmıştır. Carlisle, 1876 yılında ABD Ordusunun subayı Richard Henry Pratt tarafından eski bir askeri tesiste kurulmuştur ve Pratt o zamanlar «Kızılderili dostu» (friend of the Indians) olarak nitelendirilmiştir. 1892 yılındaki bir konuşmasında A great general has said that the only good Indian is a dead one. In a sense, I agree with the sentiment, but only in this: that all the Indian there is in the race should be dead. Kill the Indian in him and save the man demiştir. Pratt, Kızılderilileri assimilation through total immersion yaptığını itiraf etmiştir. Pratt gibi "Kızılderili dostları" fiziksel soykırımdan ziyade kültürel soykırımı savunmuştur. Bu okullarda Kızılderililere karşı kültürel soykırım (cultural genocide) yapılmıştır. Fiziksel ve kültürel soykırım uygulanan bu okulların fiziki altyapısı, müfredatı ve yatılı okulların temel felsefesi gereği bütün yerli kültürünü ve onların anadilini silme ve hatta hayatlarını asimile etme amaçlanmıştır. Bu okullarda genetik ve kültürel soykırım (cultural and genetic genocide) görülür. Alaska yerlileri bu yatılı okullarda zorla Hristiyanlaştırılmışlardır.

RUANDA SOYKIRIMI
Ruanda Soykırımı, Ruanda'da 1994 yılında yaklaşık yüz gün içinde 800.000 Tutsi ve ılımlı Hutu'nun, aşırı uç Hutular (Interahamwe) tarafından öldürülmesi olayıdır. Katliam, Tutsi destekli isyancı Ruanda Vatansever Cephesi lideri Paul Kagame'ye bağlı güçlerce, Hutu ağırlıklı hükûmetin düşürülmesi ile son buldu. Ardından yönetimden güç alan Tutsilerin öç bahanesiyle saldırması sonucu yüzbinlerce Hutu, komşu Zaire'ye (Kongo Cumhuriyetine) sığındı. Fransa, soykırımı gerçekleştiren Hutu hükûmetinin o dönem içerisinde en yakın dostu ve destekçisi olması sebebiyle Ruanda Soykırımı'ndan en fazla sorumlu tutulan ülkedir.

Öncesi
1890 Brüksel Konferansı'nda Ruanda, bölgede neredeyse hiç Alman olmamasına rağmen egemen devletlerce Almanya idaresine verildi. Doğal kaynaklar açısından zengin diğer devletler varken, kendi payına bu fakir ve karasal devletin düşmesinde yarar görmeyen Almanya, 1907'ye kadar ülkeye bir idareci bile göndermedi. I. Dünya Savaşı'nın ardından Ruanda yönetimi Belçika'ya verildi. Belçikalılar Almanların aksine yönetimle daha fazla ilgilendiler. Doğal yaşam ihtiyaçlarını karşılamak dışında çalışmayan Ruandalılara kahve tarlalarında çalışma zorunluluğu ve çalışmayanlar için kırbaçla cezalandırma gibi yeni kurallar getirildi.

Ülkede o zaman yaşayanların %90'ı Hutu, %9'u Tutsi, %1'i ise Pigmeydi. Pigmeler yaşam alanı ve kültür olarak diğerlerinden farklı olsa da, o güne kadar bir arada yaşayan Tutsi ve Hutular birbirlerinden çok farklı görülmüyordu. Afrika siyasetinde yönetici ve yöneten unsurların birbirinden ayrılması prensibini uygulayan Belçikalılar bu politikayı Ruanda için kontrolün elde tutulmasının garantisi olarak gördüler ve bölgede bulunan azınlıktaki Tutsileri, Hutulara karşı desteklemek amacıyla ırka dayalı bazı ayrıcalıklar verdiler. Koloni güçlerine kolaylık olması amacıyla, herkese ırkını gösteren kimlikler dağıtıldı. Tutsi ve Hutuların aslında ortak olan dil-gelenek-etik geçmişleri ve kültürleri yok sayılarak, bir tür yapay ırksal ayrımcılığa başlandı. Belçikalı yöneticiler ayrımcılığı körüklemek amacıyla, işe alımlardan hastane kabullerine kadar bütün kararları ırksal farklılıklara göre almaya başladılar. Bu dönemde Tutsiler, Hutulara göre çok daha iyi yaşam şartlarına ve daha iyi işlere kavuştu. İnsanların hangi ırktan olduğuna karar verilirken bazı objektiflikten uzak ve akıl dışı kriterler kullanılmıştır. Etiyopya kökenli olduğuna inanılan Nuh'un soyuna dayandırılan Tutsilerin daha ince yapılı ve narin bir görünüşe sahip olduğu iddia edilmiş ve uzun boy, güzel görünüm gibi fiziki özellikleri olanlar Tutsi sayılmıştır. Bunun yanında zengin olanlar, örneğin, 10 inekten daha fazlasına sahip olanlar da Tutsi olarak kaydedilmiştir.

Daha sonra üniversiteler, eğitim ve sosyal olanaklar Hutulara neredeyse tamamen kapanmıştır. 1950'lere kadar Tutsileri Hutulardan üstün tutma siyaseti güden Belçika, bu tarihten sonra savaşın ardından özgürlükçü akımların güç kazanması üzerine, Hutuların üzerindeki baskıyı hafifletmiş, hatta zamanla, sayıca üstünlüklerinden ötürü Hutuları desteklemeye yönelmiştir. Bunun bir sebebi de, uzun vadede ülkedeki yönetimin seçimler aracılığı ile sayıca üstün Hutulara geçme olasılığının artmasıdır. Belçika, Ruanda ve Burundi'yi, 1962 yılında her iki devlet bağımsızlıklarını kazanana kadar yönetti. Bu dönemdeki Belçika yönetimi tıpkı İngilizlerin Güney Afrika Cumhuriyeti'nde uyguladıkları gibi, yerli halk üzerinde acımasız ve adaletsiz olmakla suçlanmıştır.

Başlangıcı
II. Dünya Savaşı'nın bitmesiyle, bağımsızlığa hazırlamak amacıyla Ruanda yönetimi Birleşmiş Milletlere verildi. Beklenen şekilde yapılan seçimlerde Hutu milliyetçisi PARMEHUTU Hareketi (Hutu Özgürlük Hareketi) iktidara geldi. İktidara geldikleri andan itibaren, Belçikalıların desteğiyle, eski yönetimin uzantısı sayılan Tutsilere karşı hemen her bölgede çeşitli faaliyetlerde bulundular. Bu faaliyetlerin sonucunda 20 bin ila 100 bin arasında Tutsi öldürüldü, 160 bin kadarı da komşu ülkelere, Tanzanya ve Uganda'ya sığındı.

Bağımsızlık kazanılmasından sonra PARMEHUTU yönetimi, tek parti iktidarı sırasında da Hutu milliyetçisi bir politika izledi. 1964 ve daha sonra 1974'teki pogrom adı verilen olaylarda birçok Tutsi öldürüldü ya da sürüldü. Bu olaylar sırasında Tutsi öldüren Hutular devlet tarafından korundu. Göstermelik bir iki olay dışında kimse yargılanıp cezalandırılmadı. Tutsilerin nüfusa oranları olan %9 oranı bütün ülkede üst limit olarak tanımlanarak Parlamento başta olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlardaki eğitimli Tutsiler işten çıkarıldı ve sürgüne zorlandı.

1973'te Hutu Juvénal Habyarimana bir darbeyle iktidarı ele geçirip, PARMEHUTU hareketine son verdi. Ancak kendisi de bir Hutu milliyetçisi olduğundan Tutsiler açısından pek fazla değişiklik olmadı.

1980 yılına kadar komşu ülkelerdeki Tutsi nüfusu 500 binlere kadar ulaştı. Eğitimli ve kalifiye kişiler olmaları sebebiyle gittikleri ülkelerdeki önemli kadroları ele geçirerek ülkelerine dönüş için organize olmaya çalıştılar. Bu amaçla kurulan "Ruanda Yurtseverler Birliği" (RYB) Ruanda hükûmetine baskı kurmaya çalıştı ancak politik bir çözüme varılamadı.

Uganda'daki kamplarından çıkıp Ruanda'da hükûmetle silahlı mücadeleye başladıkları 1 Ocak 1990'dan 1992'ye kadar bir iç savaş yaşandı ancak Ağustos'ta imzalanan ateşkesle geçici olarak savaş durduruldu. Bu sürede soruna "kalıcı çözüm" bulmak isteyen aşırı uçtan Hutular aldıkları kararları hayata geçirmeye karar verdiler.

En ücra köylere kadar her yerde Interahamwe adı verilen yerel yarı-askeri örgütler kurularak Tutsiler ve ılımlı Hutular fişlendi. Ülkenin ekonomisi silah alımına uygun olmadığı için Çin'e yüzbinlerce satır siparişi verildi. Satır verilemeyenlere ise, sivri uçlu sopalar verilerek bunları yakında başlayacak olan "böcek" avında kullanmaları söylendi. Bütün bu hazırlıkların farkında olan Hutu hükûmeti önlem olarak hiçbir şey yapmamıştır.

6 Nisan 1994'te tarihin gördüğü en kanlı katliamlardan birisi radyoda yapılan anonslarla başladı. O gün, bir Hutu olan devlet başkanının uçağı düşürüldü. Ülkede yaşanan kaostan faydalanan Interahamwe üyeleri ellerindeki listelere bakarak, eğitimli Tutsi ve ılımlı Hutular başta olmak üzere kıyıma başladılar.

Somali başarısızlığının etkisiyle bölgeden uzak durmak isteyen ABD, baskı yaparak ve bölgede öldürülen 10 BM askerini sebep göstererek, BM Barış Gücü askerlerinin çekilmesini sağladı. Bunun üzerine katliam daha da şiddetlendi. Hutu milisleri, neredeyse ellerine geçen her aletle, balta, bıçak, satır, taş ile Tutsileri öldürmeye başladılar. Parası olan Tutsiler kurşun parası vererek, acısız ölümü satın alıyorlardı, olmayanlar ise en acımasız şekilde öldürülüyordu. Öldürmekten yorulan Hutular, Tutsilerin kaçmasını önlemek maksadıyla aşil tendonlarını kesiyor, dinlendikten sonra katliamlarına devam ediyorlardı. Kilisede rahipler, hastanede doktorlar, ellerindeki Tutsileri cellatlarına teslim ediyorlardı.

Ceset saklanabilecek her yer cesetlerle dolmuş, cesetlere saldıran köpeklere sinirlenen Hutular, o dönemde neredeyse ülkedeki tüm köpekleri öldürerek yok etmişlerdir. Dünyadaki soykırımlara seyirci kalmayacağını söyleyen Fransa ve ABD gibi ülkeler, bölgeye müdahale etmemek için BM'de soykırım sözcüğünü içeren tüm önergelerde değişiklik isteyerek, belgelerden çıkartılmasını istemişlerdir.

Katliam haberlerini alan RYB üyeleri ülkenin doğusundan girip katliamcılarla savaşarak başkente kadar ülkeyi ele geçirdiler. O ana kadar bölgeye müdahaleden uzak durmaya çalışan Fransa, ani bir kararla, katliamı destekleyen ve o anda legal olarak tanınan Hutu hükûmetine askeri yardıma başladı. Bölgede hızla ilerleyen Fransız askerleri, Kigali'nin batısından Kongo'ya kadar olan bölgenin yönetimini ele geçirdi ve oraya RYB askerlerinin girmesini engelleyip, bölgedeki katliama müdahale etmedi. O ana kadar 600 bin insan öldürülmüşken, kendi sorumlulukları altındaki bölgede 200 bin kişinin daha öldürülmesine seyirci kaldılar.

100 gün içinde bölgede 800.000'e yakın insan öldürülmüş, 2.000.000 Hutu, Tutsilerin ve RYB askerlerinin öç almasından çekindiği için komşu ülkelere mülteci olarak sığınmıştır. Tüm devlet kurumları çökmüş, ekili alan kalmamıştır.

BOSNA SOYKIRIMI

Soykırım öncesi
II. Dünya Savaşı'nın ardından Josip Tito'nun liderliğinde kurulan komünist Yugoslav Devleti 3 değişik din (Ortodoksluk, Katoliklik ve İslâm) ve çok sayıda etnik grubu (Sırp, Hırvat, Boşnak, Arnavut, Sloven, Makedon) bir araya getiren bir ülkeydi. Sovyet Blokunda yerini aldı ancak zamanla bağımsız bir hâle geldi. 1980 yılında Tito'nun ölümü ve 1990 yılında bu bloğun parçalanmaya başlamasıyla farklı etnik grupları Yugoslavya içinde bir arada tutmak imkânsız hâle geldi. 25 Haziran 1991'de Slovenya ve Hırvatistan, Almanya ve İtalya′nın desteklemesi ile bağımsızlıklarını ilan ettiler. Eylül 1991'de de Makedonya bağımsızlığını ilan etti. Şubat-Mart 1992'de Bosna-Hersek Devleti ülke çapında bağımsızlık ilan edilmesi konusunda bir referandum yaptı. Bosnalı Sırpların çoğunun boykot ettiği bu referandum bağımsızlığın kabul edilmesiyle sonuçlandı. 5 Nisan 1992'de Bosna-Hersek Cumhuriyeti hükûmeti bağımsızlığını ilan etti. 6 Nisan'da da ABD ve Avrupa ülkeleri Bosna-Hersek'in bağımsızlığını tanıdılar.

Bağımsızlığın anayurtları olan Sırbistan'dan kendilerini koparacağını düşünen ve “Büyük Sırbistan” hayalleri olan Bosnalı Sırplar, Sırbistan'dan aldıkları askerî yardımlarla Bosna'da bir Sırp Cumhuriyeti kurduklarını ilan ettiler. Kendi bölgelerinde bulunan Müslüman (Boşnaklar) ve Katoliklerden (Hırvatlar) bu bölgeyi terk etmelerini istediler.

Soykırımın başlangıcı
Nisan 1992’de Srebrenitsa'nın (Boşnakça: Srebrenica) hemen dışında bulunan Bratunac köyünde, 350 Bosnalı Müslüman, Sırp paramiliter ve özel polis güçleri tarafından işkence gördüler. Burada yaşananlar hakkındaki bilgiler, ancak aylar sonra katliam sırasında çekilen görüntülerin yayınlanması ile anlaşıldı.

Sırpların bu yaptığının dünyada duyulması, düşünülenin aksine Bosnalı Boşnakların kurtulma ümitlerini arttırmadı. Aksine, BM ve NATO desteğinde özellikle Sırplar hedef alınarak bir ambargo başlatıldı. Fakat hem Sırpların eski müttefikleri olan Rusların yardımı, hem de coğrafi olarak daha iç kesimlerde bulunan Bosnalı Müslümanlara göre daha avantajlı olmaları sebebiyle, bu ambargodan Bosnalı Sırplar neredeyse hiç etkilenmediler. Etkilenen daha çok Müslümanlar oldu.

Zamanla dünyada yükselen tepkiler ve özellikle bâzı destekçilerinin durumun vehametini anlamaya başlamaları ile Müslümanlara yönelik bâzı yardımlar ulaştırılmaya başlanmıştır. Birçok ülkede Bosna'ya yardım kampanyaları düzenlenmiştir. Bosnalıların şanssızlığı burada da devam etmiş, güvendikleri Müslüman ülkelerde kampanya paraları kendilerine ulaştırılmak şöyle dursun, başka politik amaçlar için kullanılmış ve büyük bölümü asla yerine ulaştırılmamıştır.

Srebrenitsa Katliamı
Zamanla gücünü toparlayan Nasır Oriç liderliğindeki Müslüman direniş örgütü Sırplara karşı koymaya ve bâzı başarılar elde etmeye başladılar. Bu duruma artık bir son vermenin zamanının geldiğini düşünen BM, Dayton görüşmelerini başlattı. Sırplar, görüşmelerde avantaj elde etmek için iki stratejik kent olan Gorajde ve Srebrenitsa'yı ele geçirmek maksadıyla güçleriyle bu iki kente saldırdılar. Tarihin gördüğü katliamlardan birini Hollandalı Barış Gücü'ne rağmen yaptılar. BM tarafından güvenli bölge olarak ilan edildikten iki yıl sonra Srebrenitsa, 1995 yılının yaz ayında II. Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen en büyük toplu soykırıma uğradılar. Sırplar işkence yaptıkları Bosnalı Müslümanları, öldürdüler. cesetlerini yine onlara gömdürdüler. Bosna Savaşı'nın bu en kanlı olayı Srebrenitsa Katliamı olarak adlandırılmıştır.

Srebrenitsa Katliamında öldürülenlenlerin kesin sayısı bilinmemekle birlikte BM'nin Eski Yugoslavya Savaş Suçları Mahkemesi savcısı, 7.000 ila 8.000 kişinin öldürüldüğünü belirtmiştir. Bosna Sırpları'nın hükûmetinin hazırladığı bir raporda ölü sayısı 7.779, Boşnak hükûmetinin raporunda ise 8.374'den fazla olarak gösterilmektedir. Şimdiye kadar Srebrenitsa etrafında 42 toplu mezar bulunmuş ve uzmanlara göre 22 bölgede daha toplu mezar olduğunu tahmin edilmektedir. Şimdiye kadar 2.070 kişinin kesin kimlik tespiti yapılırken 7.000'den fazla kişinin ise cansız bedeni kesin kimlik tespiti için bekletilmektedir. Ayrıca Sırplar katliamı gizlemek için bâzı cesetleri ilk gömüldükleri toplu mezarlardan çıkarıp başka yerlere tekrar gömdüklerinden katliamla ilgili deliller bozulmuş ya da yok olmuştur.

1992-1995 arasında Uluslararası Kızılhaç Örgütü verilerine göre Bosna-Hersek'te 312.000 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu kayıpların 200.000 kadarı Boşnak halkına ait olup Bosnalılar, dünyanın gözü önünde ve Avrupa'nın göbeğinde sistematik bir soykırıma tâbî tutulmuştur. Sadece Srebrenitsa'da olanlar hakkında elle tutulur delillerin varlığı söz konusu olsa da çok yakın tarihte gerçekleşen soykırımı aydınlatmaya yetmemektedir.

Soykırım sorumluları
Lahey'deki Savaş Suçları Mahkemesi'nde görülen davada Sırp Partisi lideri Radovan Karadžić, Sırp Ordusu komutanı Ratko Mladić, Vujadin Popoviç (Bosnalı Sırp komutan), Ljubisa Beara (Genelkurmay Başkanı), Drago Nikoliç (güvenlik şefi), Ljubomir Borovcanin (özel polis müdürü), Radivoje Miletiç (Genelkurmay Başkan Yardımcısı), Milan Gvero (komutan yardımcısı, Vinko Pandureviç (tugay komutanı) Bosna Savaşı sırasında Srebrenitsa'da 8.000'den fazla sivilin katledilmesinden sorumlu oldukları iddiasıyla gıyaplarında haklarında dava açılmıştır.

Bosna'da meydana gelen iç savaş sırasında Sırp ordusunun yapmış olduğu katliamın arkasındaki itici güç Sırbistan Demokrat Partisi ve lideri Radovan Karadžić'tir. Parti bağımsızlık ilanı ile birlikte hükûmetten de çekilerek yasadışı bir örgüt gibi çalışmalarını yürüterek Müslüman bölgelerinde katliamları yapmışlardır. Sırp denetimindeki Ilıca bölgesinde Bosna Oteli'nde faaliyet gösteren parti lideri Radovan Karadžić ve arkadaşlarını korumakla görevli Sırp militanların üniformalarında Sırbistan bayrağı ve Çetniklerin kullandığı madenî bir para büyüklüğündeki siyah renkli bir arma bulunmaktaydı. Bütün bu katliamları gerçekleştirmek için gereken ekonomik ve askerî güç, temelde Federal Yugoslavya Ordusu'nda bulunuyordu. Ancak bu gücü yönetebilecek yetki ise Sırbistan'daydı. Dolayısıyla katliamları gerçekleştiren Sırp milislerin Sırbistan ile bağlantılı olmamalarına imkân yoktu. Sırp militanları ve Sırbistan Federal Ordusu arasındaki bu işbirliği kanıtlanamamıştır. Unutulmaması gereken en önemli hususlardan birisi de SDS'nin bu faaliyetlerine birçok Sırp ordu ve hükûmet yetkilisi muhalefet etmiş, o zor koşullara rağmen görevlerini bırakmışlardır. O dönemde yapılan bâzı Türk gazetecilerinin bölgedekilerle yaptıkları röportajlarda Bosna'da yaşayan 1,3 milyon Sırp nüfusun sadece yüzde 10'u, yani 130.000 kişinin Sırbistan ile birleşmek istediklerini düşündükleri rapor edilmiştir.

Savaşın bitişi
Bosna Savaşı'nı sona erdiren Dayton Anlaşması, Paris’te 14 Aralık 1995'te imzalandı. 300.000 kişinin ölümüne ve yüz binlerce sivilin yurtlarından göçmesine neden olan dört yıllık savaşı durduran bu anlaşma, dönemin ABD Balkan Özel Temsilcisi Richard Holbrook’un başkanlığında ABD’nin Ohio eyaletine bağlı Dayton adlı kasabadaki bir hava üssünde haftalar süren müzakerelerden sonra karara bağlanmıştır. Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç’in ifadesiyle ‘âdil olmasa da olabileceğin en iyisi’ olan bu anlaşma, türünün tek örneğidir. Anlaşmanın bir bölümü, Bosna-Hersek Devleti’nin anayasal yapısını ortaya koyarken Bosna-Hersek adı verilen yeni bir devlet altında son derece karmaşık ve çok katmanlı bürokratik bir yapı öngörülmüştü. Anlaşma neticesinde Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti adında iki entite kurulmuş, etnik temellere dayalı entiteler üzerinde ise zayıf otoriteye sahip merkezî bir hükûmet modeli ve etnisiteleri yansıtan ortak kurumlar oluşturulmuştur. Birbirleriyle savaşmış üç etnik toplumun yeniden bir arada yaşamasını ve Bosna-Hersek’in tüm kurumlarıyla işlemesini amaçlayan Dayton Barış Anlaşması’nın sivil yönlerinin uygulanmasına ilişkin sorumluluk ise Yüksek Temsilcilik'e verilmiştir.

Lahey Adalet Divanı kararı
Eski Yugoslavya'da işlenen savaş suçları için Boşnaklar, ilk kez BM'nin en üst mahkemesi sayılan Lahey Uluslararası Adalet Divanı'na Srebrenitsa Katliamı’ndan çok daha önce 1993 yılında müracaat ettiler. Mahkemenin başvuru karşısındaki tek tavrı, soykırımın önlenmesi için taraflara yapılan çağrıyı açıklamak olmuştur. Boşnakların ikinci başvurusu ise 2003 tarihinde yapıldı. Başvuruyu değerlendiren Lahey yargıçları bir senelik bir sürecin ardından 26 Şubat 2007'de beklenen kararı açıkladı. Mahkemenin aldığı kararlar özetle şu şekildedir:

1. Mevcut uluslararası hukuka göre sorumluğu bulunan kişi ve kurumlarıyla Sırbistan soykırım yapmamıştır,

2. Sırbistan, soykırım işlemek için plan yapmamış, soykırım eylemini kışkırtmamıştır,

3. Sırbistan, BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırma Sözleşmesi'ne göre yükümlülüklerini ihlâl ederek soykırıma iştirak etmemiştir,

4. 1995 temmuzunda Srebrenitsa'da meydana gelen soykırım konusunda Sırbistan, BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve 5. Cezalandırma Sözleşmesi'ne göre soykırımı önleme yükümlülüğünü ihlal etmiştir,

5. Sırbistan, Ratko Mladić'in soykırım ve soykırıma iştirak suçlamaları nedeniyle yargılanacağı Eski Yugoslavya için kurulan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi'ne teslim edilmemesi ve mahkemeyle tam bir işbirliği yapmaması nedeniyle BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırma Sözleşmesi'ne göre yükümlülüklerini ihlal etmiştir,

6. Sırbistan, Eski Yugoslavya için kurulan uluslararası savaş suçları mahkemesine soykırım ve başka suçlarla itham edilen kişilerin teslimi ve mahkemeyle tam bir işbirliği konularında yükümlülüklerini yerine getirecek acil tedbirler almalıdır,

7. Davada mâlî tazminat uygun bulunmamıştır.

Bu kararlarla Sırbistan'ın soykırım konusunda bir yükümlülüğü bulunmadığına karar verilmiş ve Bosnalıların bekledikleri tazminata açılan yol kapanmıştır.

Lahey Uluslararası Adalet Divanı'nın Sırbistan'ı suçlu bulmamış olmasına rağmen Eski Yugoslavya Savaş Suçları Mahkemesi Bosna'da işlenen suçların soykırım olduğunu kabul etmiştir. Bu mahkemede sorumlu olduğu düşünülen kişilerin yargılanmaları devam etmektedir. Lahey’deki bu mahkeme iki Bosnalı Sırp subayı soykırımdan suçlu bulmuş, General Radislav Krstiç ise 35 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Albay Vidoje Blagojeviç, kendisi hakkında verilmiş olan 18 yıl hapis cezasını temyiz etmemiştir. Eski Sırp Lideri Miloseviç ise yargılanırken ölmüştür. Diğer iki Bosnalı Sırp yetkili, Radovan Karadžić ve General Ratko Mladiç ise Sırbistan'a yapılan tüm bu kişileri korumamaları yönündeki çağrılara rağmen yıllarca tutuklanamadılar. Fakat 21 Temmuz 2008 gecesi düzenlenen bir operasyonla Karadzic yakalanarak 30 Temmuz 2008'den beri Lahey'de tutuklu bulunmaktadır.. General Ratko Mladić ise 26 Mayıs 2011 günü Sırp istihbaratı tarafından Sırbistan'da yakalanıp 31 Mayıs 2011 tarihinde Lahey Savaş Suçları Mahkemesi'ne gönderildi.

Soykırım sonuçları
Bosna-Hersek Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını ilan etmesi ve devlet içindeki Sırpların ayrılıkçı bir hareket başlatarak bu hareketi Sırbistan destekli bir iç savaşa döndürmesi ile katliamlar, siyasi amaçlı olarak yapılmıştır. Bu katliamlar sonucunda Bosna-Hersek Devleti Sırplar ve Bosnalı Müslümanlar arasında paylaştırılmıştır. Açılan mahkemelerde katliamcıların soykırım suçu işlediklerine kadar verilmiş olmasına rağmen suçlar bireyselleştirilerek katliamın esas planlayıcısı olduğu iddia edilen Sırbistan Cumhuriyeti'nin sorumluluğunun olmadığına hükmedilmiş, böylece öldürülen binlerce Bosnalı Müslüman âilelerin tazminat almaları imkânsızlaşmıştır.

Avrupa güçleri, kendilerine çok yakın konumda bulunan çatışma bölgelerine müdahale edememiş, gerekli koordinasyon ve harekât planlaması hem NATO, hem Avrupa Birliği ülkelerince yapılamamıştır. Bu durum, özellikle Avrupa Birliği ülkelerinin askerî yönden hâlâ ABD'ye bağımlı olduğu yönündeki iddiaları güçlendirmiştir. Özellikle Fransa liderliğindeki bâzı ülkeler, Avrupa'nın kendi ordusunu kurmasının bu gibi sorunlara daha etkin ve gerçekçi müdahaleye imkân sağlayacağı yönünde görüşler üretmeye başlamışlardır.

Soykırımın Sırp olmayan destekçileri
Katliamları gerçekleştiren Sırp milislerin nereden yardım aldıkları konusunda çeşitli iddialar bulunmaktadır. Ancak Bosna Savaşı sırasında meydana gelen bâzı olaylar şüpheye yer bırakmaksızın Sırp katliamcıların işlerini kolaylaştırmıştır. Bunların bâzıları:

BM'nin Srebrenitsa'yı korumakla görevlendirilen 700 Hollanda askeri, bölgeye "güvenli" olma güvencesi ile sığınmış 8.000 kadar Bosnalı Müslümanı katledilecekleri bilindiği halde Sırp milislere teslim etmiştir. Kendilerine göstermiş oldukları "üstün hizmet" sebebiyle daha sonra madalya töreni düzenlenmiş ve ödüllendirilmişlerdir.

Fransız AFP ajansına göre bir grup Yunan sempatizan, Srebrenitsa Katliamı'nda Sırp milislerle beraber Bosnalı Müslümanları katletmiştir. Haberi bazı Yunan kaynaklı siteler de teyit etmektedir.

NATO'nun BM gözetiminde yaptığı Sırplara yönelik hava harekât planlarını, Fransa'nın Sırplara sızdırdığı konusunda ciddi kuşkular bulunmaktadır.

Bosna devletine yardım için bâzı ülkelerde düzenlenen yardım kampanyaları hakkında ciddi suçlar içeren haberler yayınlanmıştır. Türkiye'de toplanan paralar ile ilgili olarak dönemin başbakanı, koalisyon ortağı olduğu partiye paraların yerlerine ulaştırılmadığı yolunda suçlamalarda bulunmuştur.

HERERO VE NAMA SOYKIRIMI
Afrika Talanı sırasında Alman Güneybatı Afrikası'nda (günümüzdeki Namibya'da) 1904-1907 yıllarında Almanlar tarafından yerli Bantu halklarından Hererolara ve Hotanto halklarından Namalara karşı girişilen soykırım.

Afrika Talanı sırasında Alman Güneybatı Afrikası'nda (günümüzdeki Namibya'da) 1904-1907 yıllarında Almanlar tarafından yerli Bantu halklarından Hererolara ve Hotanto halklarından Namalara karşı girişilen soykırım.

12 Ocak 1904'te, Samuel Maharero idaresindeki Hererolar halkı Alman sömürge idaresine isyan etti. Ağustosta, Alman generali Lothar von Trotha Waterberg Savaşında isyancıları yenerek aileleriyle birlikte bölgeden Omaheke çölüne sürdü. Ekimde ise bölgedeki bir başka halk olan Namalar da isyan ettiler. Almanlar onlara da aynı şekilde davranarak 65,000 Herero'yu (toplam nüfuslarının %80) ve 10,000 Nama'yı (toplam nüfuslarının %50) yok ettiler.

Katliamda en çok kullanılan yöntem ise asileri çöle sürüp orada susuzluktan ya da önceden zehirlenmiş içme suları ile öldürmekti.

1985'te, BM'nin Whitaker Raporunda Almanların Herero ve Namalara Guney-Batı Afrika ya da şimdiki adıyla Namibya'da gerçekleşen bu olayları 20 yy.'da gerçekleştirilen ilk soykırım hareketi olarak değerlendirmiştir. Alman Hükümeti Yardım Bakanı Heidemarie Wieczorek-Zeul, 2004'te şöyle bir demeç vermiştir: "Almanlar olarak biz bu olaylardaki tarihi sorumluluklarımızı ve hatalarımızı kabul ediyoruz." Alman devleti kurtulan kurbanların evlatlarına tazminat ödenmesinin söz konusu olmadığını açıkladı.

Yale Üniversitesi'nden soykırım tarihçisi Benjamin Madley'e göre, Güneybatı Afrika'daki Herero Soykırımı birçok yönden Amerika'daki Yuki Soykırımı ile Avustralya'daki Tasmanya Soykırımına benzemektedir. Her üçünde de kendini human («insan») olarak vasıflandıran birçok Beyaz yerleşimci tarafından yerliler subhuman («insan-altı, alt-insan : insan olmayan, insanla aynı kategoride bulunmayan, insandan daha aşağıda bulunan») olarak görülmüştür.

Soykırım Öncesi
Hererolar, o zamanki adıyla Güney-Batı Afrika'daki Damaraland bölgesinde (şimdiki Namibya) daha çok hayvan çobanlığı yaparak hayatları sürdüren bir kabileydi. Afrika'da o dönemde yaşanan Afrika Dalaşı sırasında Büyük Britanya bölgede hiçbir ilgisi olmadığını açıklayarak, o sıralarda Afrika'da neredeyse önemli hiçbir sömürgesi bulunmayan Almanların, Avrupa dışında yerleşebildikleri tek yere sahip olmalarına göz yumdular. Bölgede aynı zamanda bulunan Hukkularla süren mücadelelere rağmen 1894 yılında kısmi barış sağlandı. Prusya'nın imparatorluğa bağlı askerleri Schutztruppe'nin gelmesi ve vali Theodor Leutweinçalışmaları ile bölgede ciddi gelişmeler sağlandı.

Almanya'dan gelenleri o zamanki yönetim yerlilerden zorla alınan topraklara yerleştirme politikası güdüyordu. Eşitlik ve adaletten uzak politikaların yerli halk üzerinde uygulanması ve bölgede köleciliğin başlaması üzerine büyük bir memnuniyetsizlik başladı. Tarıma müsait toprakları alan Almanlar, ayrıca bölgede bolca bulunan elmasları da kontrol etmek üzere madenlere el koymaya başladılar.

1903'te ilk isyanı başlatan Nama kabilesi oldu. Hendrik Witbooi yönetiminde 60 kadar Alman yerleşimciyi öldürdüler. Namalara daha sonra Hukkular da katıldılar. Şef Samuel Maharero idaresindeki isyanlarla beraber, bölgede mücadele artarak sürdü.

1904'te Hererolar tekrar isyan etti ve bu kez 120 Alman öldürüldü. Öldürülenlerin içinde kadınlar ve çocukların da bulunması, merkezi yönetimin önlem almasını zorunlu kıldı. General Lothar von Trotha Ekim 1904'te de 14,000 askerle bölgeye gönderildi. Hererolara yazdığı mesaj şöyledir:
Ben, Alman kuvvetlerinin muzaffer komutanı, bu mektubu Herero halkına gönderdim... Bilesiniz ki tüm Hererolar burayı terk edecektir. Alman sınırları içinde bulunacak silahlı ya da silahsız her Herero, bir hayvanla beraber olsun olmasın, vurularak öldürülecektir. Şu andan itibaren karınızı ya da çocuğunuzu da bu topraklarda istemiyoruz. Onları da ya süreceğim ya da vuracağım. Hererolarla ilgili kararım budur.

Kayser'in 1904 yılında çok zalimce bulduğu bu emir, kaldırılıncaya kadar pek çok Hererolu öldürüldü ya da sürüldü. Emrin hükmü kalmamasına rağmen, bu emirle başlayan öldürmeler, daha sonra katliama giden yolun başlangıcı oldu. Esir alınanlar toplama kamplarında çalışarak ölüme terk edildi.

Başlangıç
Alman kuvvetleri sayıları 3000-5000 Herero savaşçısı ile Waterberg Savaşı'nda karşılaşarak yenilgiye uğrattılar. Buradan kurtulanlar ve aileleri ise Britanya'nın isyanı durdurmaları karşılığı sunduğu sığınma hakkını kullanarak Bechuanaland bölgesine gittiler.

Savaşın ardından sığınma hakkı verildiğini duyan 24,000 kadar Hererolunun hayatı Kalahari çölünde Bechuanaland bölgesine ulaşabilme umudu ile çıktıkları çöl yolculuğunda sona erdi. Sonradan bölgede görev yapan Alman devriyeleri 7–8 m'lik su bulmak amacıyla kazınmış kuyularının dibinde binlerce kemik buldukları rapor etmişlerdir. Şef Maherero ve 1000 kadar adamı çölü geçerek Bechuanaland'da sığındılar.

Savaştan kurtulan ve sığınmak için Britanya bölgesine kaçamayan çoğu kadın ve çocuk, tıpkı 1. ve 2. Boer Savaşlarından kalanların başına gelen kadere benzer şekilde toplama kamplarına yerleştirildi. Almanlar her Herero'ya bir numara verdiler ve kamplarda ya da çalışarak ölen her Herero'nun kaydını düzenli bir şekilde tuttular. Kamplardan çalışmak üzere Alman firmalarına gönderilenlerin ölmelerine göz yumuluyordu. Ağır çalışma koşulları, hastalıklar ve kötü beslenme yüzünden Hereroların nüfuslarının %50-%80'nin yok olduğu sanılmaktadır.

1908'de Alman idaresinin tekrar kurulmasına dek 100,000 insanın öldüğü sanılmaktadır. Olaylarda 19,000 Alman askerinin yer aldığı düşünülmektedir. 1985 BM Whitaker Raporuna göre, 65,000 Herero (nüfusun %80'i) ve 10,000 Nama'nın (nüfusun %50'si) 1904-1907 arasında öldüğü ya da öldürüldüğü düşünülmektedir. Başka kaynaklar toplam sayıyı 100,000'e tamamlamaktadır.

Tam bu zamanlarda bölgede bulunan elmas yatakları, bölgenin önemini Almanlar ve başkaları için daha da artırdı. Almanlar koloniyi 1919 Versay Antlaşması ile Güney Afrika'ya kaptırdılar.

Alman Askerlerince Gerçekleştirilen Tecavüzler
Köln Üniversitesi'nden Hollandalı tarihçi Jan-Bart Gewald, Alman babalardan olan binlerce çocuk için özel kurulan bazı toplama kamplarından bahsetmiştir. Erkeklerinin çoğu öldüğünden kadınlar ve genç kızlar, Alman askerlerine seks kölesi olmaya zorlanmışlardır.

SETİF VE GUELMA KATLİAMI
Sétif ve Guelma katliamı, 8 Mayıs 1945'te Fransızların Setif ve Guelma'da 45 bin Cezayirliyi öldürmesiyle sonuçlanan katliamdır. Cezayirliler, 1945'te meydana gelen ve 1968'e kadar süren toplu saldırıları "soykırım" olarak ifade etmektedirler. Çok sayıda insan işkence ve kötü muameleden geçmiştir.

II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi üzerine Cezayir bayrakları ile kutlama yapan tüm Müslüman Cezayirlilerin üzerine, Fransız ordusu ve polisi tarafından makinalı tüfeklerle ateş açılmış ve silahsız 45.000 sivil Cezayirli görüldükleri ve yakalandıkları yerde katledilmiştir. Bağımsızlık vaadi için gösteri yapan halktan binlerce sivil katledilmiştir. Bununla birlikte Fransa, Cezayir'in bağımsızlığını ilan ettiği tarihe kadar sivil Cezayirlileri sistematik bir şekilde katletmiştir. Cezayirlilere göre, Fransa'nın 132 yıl süren işgali sırasında 1 milyondan fazla insan öldürülmüştür.

Cezayir devlet başkanı Abdülaziz Buteflika ise Fransa'nın Cezayir'de sadece insanlara karşı değil, insanların kimlikleri ve kültürlerine karşı da bir soykırım uyguladığını iddia etmiştir.

Cezayirli üst düzey bir idareci olan ve Mayıs 1945 Vakfı'nın Başkanı Muhammed El Korso, "Fransızlar ve uluslararası kamuoyu bilmelidir ki Fransa Mayıs 1945'te gerçek bir soykırım işlemiştir" demiştir. Yine Cezayir devlet başkanı Abdülaziz Bouteflika da "Cezayir, sömürgecilik ve bağımsızlık savaşı dönemlerinde işlenen tüm bu suçların Fransa tarafından kabul edilmesini beklemeyi hiçbir zaman bırakmamıştır." demiştir.

Fransa'nın inkâr politikalarına rağmen Cezayir, Fransa'nın Cezayir Soykırımı'nı tanımasını istemiştir.

1945 sonrası
1954'te patlak veren Cezayir Bağımsızlık Savaşı'nda bölgeden gitmesi istenen Fransız ordusuna karşı girişilen kanlı savaşlarda 150 bin kişi öldü. 1958'de Cezayir sorunu nedeniyle bunalım yaşayan Fransa'da bu durumu fırsat bilen General Charles de Gaulle öncelikle başbakan, sonra cumhurbaşkanı oldu. Savaşın sürmesini isteyen bazı Fransız generallerle göçmenlerin kurduğu Gizli Ordu Örgütü, Cezayir topraklarında yaşayan Cezayir halkına karşı ülkede acımasız kıyımlara girişti. Savaş sonunda De Gaulle, Cezayirlilere iki seçenek verdi: Bu seçeneklerden biri bağımsızlık, diğeri ise Fransa'ya bağlılıktı. 1962'de yapılan refarandumda 6 milyon kişi bağımsızlıktan yana, 16 bin kişi ise bağımsızlığa karşı oy verdi. Refarandum sonucunda Cezayir, yıkılan köyler ve öldürülen yüz binlerce insan ile tekrar bağımsızlığına kavuşturuldu.

Paul Aussaresses'in itirafı
İşkence tekniği uzmanı Emekli Tuğgeneral Paul Aussaresses, SDECE (Service de Documentation Extérieure et de Contre-Espionnage, bugünkü Direction générale de la sécurité extérieure)'e bağlı istihbarat subayı olarak 1955'te Cezayir'e tayin edilmiş ve NFL'i bastırmak için Tuğgeneral Jacques Massu komutasındaki 10. Hava İndirme Tugayı'na bağlı özel timi komuta etmişti. Paul Aussaresses hatıralarında bu görevdeyken en az 1509 kişiyi

Günümüz
Fransa, tarihinde bir soykırım olduğunu kabul etmemektedir. Bu amaçla cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, bir seçim konuşmasında “Fransa tarihinde soykırım yapmamıştır; Fransa insan haklarını icat eden ülkedir.” şeklinde bir açıklama yapmıştır. Ancak Şubat 2005 yılında Fransa'nın Cezayir büyükelçisi Hubert Colin de Verdiere bir gafa imza atmış ve Cezayir soykırım iddiaları için "Affedilemez trajedi" tanımlamasında bulunmuştur.

Cezayir Soykırımı'nı konu alan "Hors-la-loi" adlı filmin Cannes Film Festivali'ndeki vizyonundan önce, asker kökenli bazı Fransızlar, sinema salonu önünde toplanıp filmi protesto etmiş; UMP partisi Alpes Maritime milletvekili Lionnel Luca, filmi izlemediği halde çekimlerin başlamasıyla birlikte çekimleri durdurabilmek için, savaş gazi ve malulleri, bakanlık da dâhil olmak üzere birçok yola başvurmuştur.

Türkiye başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, sözde Ermeni Kırımı'nı tanıma kararı alan Fransa'yı ‘Cezayir katliamını git babana sor’ sözleri ile eleştirmiştir.
Cem Sultan
Yorum Yazın
sohbet islami chat omegle tv türk sohbet islami sohbet cinsel sohbet oyun haberleri tıkanıklık açma dijital pazarlama ajansı galeri yetki belgesi nasıl alınır yalama taşı Evden eve nakliyat