Mehmet Konuk

Mehmet Konuk

Akciğer...

Akciğer...
Tiyatro iN bünyesinde sahneye konulan Mehmet Birkiye yönetimindeki iki kişilik oyun olan "Akciğer", İngiliz oyun yazarı Duncan Macmillan tarafından kaleme alınan bir eser. Oyun Türkçeye Barış Arman tarafından çevrilmiş. Türkiye'de ilk defa sahnelenen oyunun rollerini Nergis Öztürk ve Engin Hepileri paylaşıyor.

Oyun, aslında içerisinde bulunduğumuz çağın önemli tereddütlerinden olmakla birlikte, tartışılırken çok fazla karikatürize edilmiş olmasından, çoğu zaman seviyeden yoksun şekilde tartışılmasından ve tartışan insanların da birçoğunun daima olumsuz açıdan ele almasından dolayı anlamını yitirip, sıkıcı bir hâlde klişeleşmiş olan "Böyle bir dünyaya çocuk getirmek" konusunu işliyor. Genç yazar Macmillan, ilk kez 2011'de sahnelenen oyunda, geleceğin belirsizliğini neredeyse artık bir yaşam biçimi olarak kabul eden yeni kuşağın kimi sorunlarına eğilmeye gayret ediyor. Son derece zekice, rahatsız edici ve fakat bir yanıyla komik ve bir o kadar da dürüst bir metinle yapıyor bunu.

Genç bir çiftin, "aile olmak/aile kurmak" amacıyla birbirlerine sordukları bir soru, sayısız yeni sorulara ve sorunlara yol açıyor; gerçeği görmek ile görmezden gelmek arasında bir ileri bir geri gidip gelen ikilinin dengesiz, inişli çıkışlı ilişkisi de kara bir komediyle karanlık drama arasında savruluyor.

Geleceği Sorgulayan İki Genç…

Otuzlu yaşlarında eğitimli, düşünceli, bilinçli, biraz da kuruntulu bir çift, büyük bir mağazada alışveriş yaparlarken, adam birlikte bir çocuk yapmayı önerince hazırlıksız yakalanan kadın öyle şaşırır ki bir an nefesi kesilir. Satın almak için gittikleri hiçbir şeyi almadan, bir dolu ikilemle ve soruyla yüklenmiş olarak dönerler evlerine. Ve başlarlar tartışmaya: "İyi bir insan" isen iklim değişikliklerinin, küresel ısınmanın, çevre kirliliğinin yok etmeye başladığı bir dünyaya, bir çocuk getirmenin anlamı var mıdır? Belki de uzun uzun düşünmek gereksizdir. Belki de ikilinin bireysel bazda ya da ilişki düzleminde veya toplumsal bağlamda sorunları çözümlenebilirse ve ilişki kişileri olarak gerçekten ne istediklerini birbirlerine açıkça söyleyip birbirlerinin gerçekten istediklerini verebilirlerse, birbirleriyle aşk, sevgi ve saygı çerçevesinde bir yaklaşım geliştirirlerse çocuk yapmak ya da yapmamak sorun olmayacaktır. Hem insanlık yüzbinlerce nesildir, öyle düşünüp taşınmadan üremeye devam etmiyor mu? O insanlardan veya çiftlerden biri olmaya ne gerek vardır?

Aslında hayatlarının normal seyrine devam eden çiftin aklına aniden çocuk yapma fikri düşmese belki de bunca sorgulamayı da hayatlarına dâhil etmeyecek ve o andan itibaren bu fikri, hayatlarındaki önemli addedecekleri birçok konunun önüne geçirmeyeceklerdi. Neden çiftlerin aklına çocuk yapma düşüncesi girdikten sonra tartışmaları da hayâlleri de sohbetleri de daha çok çocuk ekseninde dönüyor? Yoksa her şeyden daha mı önemliydi bir çocuk sahibi olmak ve her isteği yerle bir edecek kadar daha mı mühim bir çocuk istemek? Çiftin yaşadığı tereddütler, salt alışılagelmiş "böyle bir dünya" tasvirinin içeriğini oluşturan ahlakî veya maddî nedenlerden kaynaklı değil. Onlar "sahiden" dünyanın ve insanlığın geleceği hakkında bir endişe yaşıyorlar. Bunun içerisinde elbette çocuklarını daha iyi yetiştirebilmek için kafa yordukları ekonomik gerekçeler yer alıyor fakat ekseriyetle yine bireysel değil toplumsal çekinceler üzerine ortaya çıkıyor. Öyle ki çift, çocuk yapma fikrinden sonraki süreçlerde alışveriş yaptıkları mağazalardan, zaman geçirdikleri kafelere kadar seçimlerini tekrar tekrar gözden geçiriyor.

Oyundaki tartışmalar, izleyiciler açısından birçok kapının aralanmasına, henüz akıllarında olmayan soruların oluşmasına ya da daha önce üzerine düşündükleri konuların yeniden gündemlerine gelmesine neden oluyor. Çocuk metaforundan başlayarak sonuna dek elde edilmesi gereken mutluluk kavramı oyunda tartışmaya açılırken, "Bir insan neden çoğalmak ister?" sorusu da içgüdüsel belleği derinden etkiliyor. Biraz da interaktif sayılabilecek kavramsal sorgular eşliğinde adeta seyircinin de bu tartışmaya dâhil olması sağlanıyor.



Metnin Gücünün Sahneye Yansıması…

Yazar Duncan Macmillan oyununu çıplak sahnede oynanmak üzere yazıyor ve rejisini yapacağı kişilerden de bunu talep ediyor. Mehmet Birkiye de özellikle mekân değişikliklerinde yarattığı hayâlî ortamlarla yazarın düşsel algısını sahneye birebir aktarıyor. Yer ve zaman değişimini sağlamak için ses ve ışık kullanımı, oyunun kurgusundaki keşifleri kolaylaştırıyor. Yönetmenin, oyuncuların otopark, ev, mezarlık, alışveriş merkezi gibi mekânlarda gezinirken yarattığı atmosfer öylesine büyüleyici ki insanın sahnedeki muhteşem sürükleyiciliğe kendisini bırakması yeterli. Seyirci, oradan oraya savrulurken aklındaki sorularla bir buçuk saatin nasıl geçtiğini anlamıyor bile.

Oyunun derdinin salona geçmesinde ehemmiyetli iki nokta var: Birincisi, oyunun sahnelenme tercihi, ikincisi ise oyunun dili. Oyun neredeyse hiçbir görsel öge içermeyen, düz bir zemin üzerinde ve bu zemine paralel ışıklı bir tavan altında oynanıyor. Işık ve dekor tasarımını üstlenen Cem Yılmazer'in zemine hiçbir yükselti vermeden oturttuğu, üzerine basılmaması gereken beyaz bir bantla çevrilmiş ahşap kareye giren ikili, içinden çıkamadıkları sorunları gibi, 90 dakika boyunca oyun alanından da çıkamıyor. Dekor üzerinde ve Şirin Dağtekin Yenen'in sade kostüm tasarımında dikkat dağıtacak herhangi bir unsur olmadığından seyirciye yalnızca oyunculara ve diyaloglara odaklanmak kalıyor. Tam bu kısımda da oyunun dili devreye giriyor. Oyun, ilk sahnesinden itibaren çift ile beraber izleyiciyi de çiftin içerisinde bulunduğu durumu sorgulamaya teşvik ediyor. Metin, didaktik unsurlar içermemekle birlikte sonunda dünyanın içerisinde bulunduğu şartlar altında çocuk yapmak doğrudur veya yanlıştır diye bir önermede de bulunmuyor. Yönetmen Birkiye, buna da hassasiyet gösteriyor. Ve ortaya çıkan yalın tablo şu: Bir buçuk saat içerisinde çiftin ortaklaşa aldığı kararlar neticesinde hayatları bir yola giriyor. Bazen rayında giden hayatları bazen geri dönülemeyecek makaslara giriyor. Seyirci de onların birer şahitleri olarak orada bulunuyor.

Tiyatro iN'in çok ses getiren ilk oyunu "Katil Joe"dan sonra sahnelediği "Oda ve Adam"da Nergis Öztürk ve Engin Hepileri, kimyaları uyuşan çok uyumlu bir ikili olmuşlardı. Aynı ikili, bu oyunda da harikalar yaratıyor. O bomboş ve dümdüz sahnede, sadece başarılı oyunculuklarıyla, mağaza, otopark, mezarlık, ev ve iç mekânlar gibi sayısız yeri gerçek kılıyorlar; gerektiğinde yerde oturarak ya da yatarak, olmayan mobilyaları var edip kullanıyorlar. Bir nefes alıp vermede, birkaç saniyelik soluklanmada ise durmaksızın, atlamalarla geçip giden zamanı izleyicilere birebir aktarıyorlar. Hiç ara vermeden, bir mekândan diğerine, bir geceden sabahına ya da birkaç ay sonrasına büyük rahatlıkla geçerek, seyirciyi de beraberlerinde soluk soluğa koşturarak, tüm bir yaşamı 90 dakikaya sığdırıyorlar. Her iki oyuncunun beden dili, tonlamaları, vurguları, mimikleri sayesinde oyun kişilerinin bütün duygularını seyirciye geçirebilmeleri tek kelimeyle harikulâde…

Özetle; çok sağlam bir metnin yine aynı oranda sahneye aktarılması... Kesinlikle izlenmeli.

Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

Yorum Yazın
sohbet islami chat omegle tv türk sohbet islami sohbet elektronik sigara cinsel sohbet su böreği sipariş oyun haberleri tıkanıklık açma dijital pazarlama ajansı galeri yetki belgesi nasıl alınır yalama taşı