TİC Holding Header
  • USD 32.623
  • EUR 34.852
  • Altın 2491.618
  • BIST 100 9586.02
  • Röportaj

Osmanoğlu ailesinden bilinmeyen gerçekler..

Şanlı Osmanlı Hanedanının 34. Osmanlı Padişahı Sultan II. Abdülhamit Han'ın 3. kuşak torunu Sultan Harun Abdülkerim Osmanoğlu ve şehzadesi Abdülhamit Kayıhan Osmanoğlu OgünTV mikrofonlarına çok özel açıklamalarda bulundu.
Osmanoğlu ailesinden bilinmeyen gerçekler..
-Sultanımız Harun Abdülkerim Osmanoğlu babası Abdülkerim efendinin babası olan Selim Efendi ile arasında geçen bir hikayeyi bizim ile paylaşabilir mi?

Dedem, Selim Efendi. Sultan Abdülhamid’in en büyük oğlu olan Selim Efendi. 1924 yılında sınır dışına çıktılar. Birisi Almanya’ya gitti, birisi Mısır’a gitti, birisi Amerika, Fransa… Dedem Selim Efendi, Lübnan’a geçti. Lübnan’da Cünye isminde bir kasabaya yerleşti ve orada oturdu.Tabii hanımlarını da yanında götürdü. Sadece biri İstanbul’da kaldı. Nilüfer Hanımefendi kaldı burada.O da babamın annesi, yani babaannem. O, eşiyle beraber gitmedi. Hastaydı, burada kaldı. Daha sonra vefat etti. Efendi’nin türbesinin yanında, Osmanlı sultanlarının defnedildiği yerde. Babam, dedem Selim Efendi ve üç hanımı; Eflakyar Hanım, Dürrüyekta var ve Rasime. Üçü beraber geldi. Cünye’de oturdular. Oturdukları ev şu an duruyor. Hanımlarından birisi yaşlanıp vefat etti. Bir tanesi kaldı. Biz o vakit dünyada değildik. Babam henüz evlenmemişti. Babam orada yaşadı. Onun yakınındaki komşularından bir aile var orada. Ona yakın oturuyordu.Tabii sevdi, aşık oldu. Evlenmeyi düşündü. Evlensem de gitsem. Babası Selim Efendi biraz tereddüt etti. Rahmetli annem o zamanlar Hristiyan’dı. Fakat aldı onu, bir mecra var orada. Cünye’de. Gittiler Beyrut’a kahvede oturdular. O söyledi, “Ben seni istiyorum, evleneceğim ama alacağım ve Suriye’ye geçeceğim.” Habersiz aldı ve Suriye, Suriye’den Şam, Şam’dan Halep’te kaldı. Halep’te Nakîbü'l eşrâf var ve bir aile var, sayyadı var Eşraf’dan gelen.

Orada kaldılar, orada nikah yaptılar ve Müslüman oldu. Yani şehadet getirdi. Her şeyi yaptı. Sonra Şam’a döndü. Yani başkent Damascus’e. Orada oturdu. Orada bir aile var. O zamanlar Osmanlı baruğunu kaldırdılar. Türkiye’den çok aile çıkıp geldi. Türkiye’den geldiler Halep ve Şam’a. Bir paşa vardı. O zamanlar rütbesi miralaydı. Babamın Şam’da olduğunu, Şam’a geldiğini öğrenmiş. Sonra babama demiş, “Gel benimle otur.” Evi büyük, iki katlı. “Burada kimseyi tanımıyorsunuz” demiş. Ve devletten bir haber gelmesiyle öğrendiler. Abdülkerim Efendi, Sultan Hamid’in torunu orada. Orada evkaf vardı, yani bakanlık. Onlar dediki,“Siz buraya geldiniz, elinizde bir şey var mı? Bir pasaport bir sene geçerli” ama yoktu. Bir beş altın verdiler. Güle güle herkese Marsel’e. O zaman söyledi, “Ben size maaş veririm, hanımızla idare edersiniz. Maaşı da her ay alırsınız.” Tabii, çok fazla kalmadık Şam’da. Birkaç ay sonra Hindistan’a gittik. Hindistan’da amcamız vardı Hüseyin. Son Halife Abdülmecid Efendi’nin kızı Dürrüşehvar, orada Nizam Haydarabad vardı Hindistanlı. Onun kocası. Gitti orada oturdu. Ve Türkistan’a gideceğini söyledi. Türkistan’a gidip orada mücadele etti.

Orada Osmanlı’yı çok severler. Bize dedi ki sizin saltanatınızı ilan ederiz, siz oturursunuz burada. Ne zaman bu iş çıktı ortaya, oradaki Japonlar bu işten hoşlanmadı. Hani bir Osmanlı, Müslüman geldi buraya. Orada bir Müslüman devleti olmasını istemediler. Onların nezaretinde, altında olmamız gerekiyordu. Sonra oradan kalktı Japonya’ya gitti. Japonya ile görüştü. İmparatorluk var orada.  Oturdu konuştu onlarla. İsteklerimizi söyledi. “Saltanat sizde olacak, siz orada oturacaksınız ama idare bizden olacak” dedi. Karışık şeyler oldu orada. Siyasetle alakalı. Daha sonra Rus ajanslarından haber geldi. "Bir Osmanlı orada. Bir şey yapacak” falan diye. Gitti geldi, kaç sefer. Eskiden öyle uçakla dört, on saatte gitmek gelmek yoktu. İki ay, üç ay sürüyordu oradan Hindistan’a, Türkistan’a gitmek, dönmek. Rahmetli abim dünyaya geldi. Ve bir fotoğraf var, annem arkasına yazmış; - “Sevgilim, oğlun Dündar…” gönderdi onu. Ve birkaç ay sonra geldi gördü onu. Sonra yine gitti Hindistan’a. Devamlı gidip geliyordu, gidip geliyordu. Tabii Cumhurbaşkanı’nın annemin Cünye’de yani Lübnan’da oturduğundan haberi oldu. Bize vatandaşlık verdi. Annem zaten Lübnanlıydı. Benim doğumum da Lübnan Cünye’de oldu. Yine bir seneye yakın kaldık orada. Sonra yine Şam’a geri döndük.

Şam’da kaldılar. Onlar devamlı geliyordu. Birisi vardı, babam ne zaman gidip gelse ona söylüyordu; “Sen çocuklarıma bakarsın, oğlum var yolda. Bir şey isterlerse her zaman onlarla ilgilen.” Ben ne zaman başladım ilkokula gitmeye, o zaman öğrettiler Türkçeyi. Arapça konuşmam tamamdı, konuşabiliyordum. “Türkçe konuş” diyorlardı. Ufaktan başladılar öğretmeye ve öğrendim. Tabii Türkçe’de biraz sorun var. Farklı bir dil diye. Buraya geldim Elhamdülillah yavaş yavaş yine kendi dilimi kullandım. Tabii Türkiye’de Arapça’yı kimse istemiyor. Benim de tahsilim Arapça ama Arapça bilen kimseyi işe almazlar burada. Zamanında rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Arap ülkelerine kapıları açtı. Ben “Ne yapayım” diye düşündüm. Baktım Suudi Arabistan Konsolosluğu orada. Arapçam var, her şeyim var, diplomam var oradan. Hemen aldılar ve 18 sene boyunca orada çalıştım. Sonra yaşlılık zamanı yaşı 60-65’e geldiğinde orada kanun var. Çıktım oradan. Şimdi serbestim, bir şey yok. Oğlum ticaretle uğraşıyor. Beraber gidip geliyoruz. 

-Türkiyeye döndüğünüzde size sahip çıkıldı mı?

Biz vatandaşlık almak için 77’de müracaat ettik. Sıkıntı burada oldu, vermediler… Tabii, usule göre ikamet aldık, 3 ay. 3 aydan fazla vermiyorlardı. Her 3 ayda bir emniyet bizi görüyordu ve tahkikat yapıyordu. Yine yeni, küçük bir defterle 3 ay uzatıyorlardı. 77’de başladık böyle. Ve her 4 ay, 2 ay, 3 ayda bir emniyete çağırıyorlardı. “Niçin geldin?, Milli Savunma’da ne yapıyorsun?, Hangi zamanda …… “Ne rütbeniz var?” gibi birçok sorular… Yine 2-3 ay sonra emniyete müracaat zamanı geliyordu. Yine gidiyoruz, yine tahkikat… İkamet için Ankara’dan emniyet müdürünü tanıyan birisi vardı. Dedi ki; ”Ben sizi alırım oraya, sizi bir görsün.” Böyle git gel, git gel iki sene sürdü. Sonra gittik Ankara’ya. Emniyet müdürü bizi iyi karşıladı. Bize iki sene vatandaşlık verebileceğini söyledi. Ve “İki sene boyunca buraya zahmet edip gelmeyin. Ben orada veriyorum size, gönderiyorum İstanbul’a. Fotokopiyi şimdi size veriyorum. İstanbul’dan müracaat edin, hemen ikametle ıslatırlar.” “Tamam” dedim. Gittik oraya, geldik. Yine yok.

Bir sene, iki sene değil bu. “Her üç ay buraya geleceksiniz” böyle dediler. Geliriz. Ne yapacağız? Bu iş böyle sürdü. Tam 1985, Cumhurbaşkanı; rahmetli Turgut Özal. Vilayetten birçok kere takdim ettim kağıtları, her şeyi. Dedim, “Ne istiyorsunuz?” “Bir sefer daha tahkikat” dediler. Bir sefer daha bitmedi. Daha Ankara’da, böyle… Tamam, kalsın. Gittim Korkut Bey’e konuştum. Rahmetli Turgut Özal’ın kardeşi. Ziyaret ettim, söyledim; “Durumlar böyle böyle.” Sizin vatanınız, sizsiniz Türkiye’nin sahibi falan, ecdadımı söyledim. Eyvallah, vermiyorlar. Yani, dokuzuncu seneye girdik. Daha vermiyorlar. 77’den 85’e kadar. Ben söyledim, ”Numaralar var, falan var” her şeyi söyledim. “Tahkikat, ne isterseniz var. Her şey Ankara’da.” Numarayı verdim ona. Bir ay beklememiz gerektiğini söyledi. Ben de dedim ki, “Biz dokuz sene bekledik, bir ay bekleriz.” Sonra rahmetli abisine söyledi. Hemen bir karar çıkarttı. Vatandaşlığı aldık. Gittik emniyete. O vakit, “Osmanoğlu hoş geldiniz, vatandaşlığınızı alınız” dediler. O vakit istirahat ettik. Yani çıkabiliriz, gelebiliriz. Biliyorsunuz, o zaman Suriye’nin pasaportu bizdeydi. Zor… Ne yapacaksın?, Burada mı duruyorsun? Bir şey alamazsın. Oturduğunuz evi satın alamazsınız. Yabancı bir şey alırlar, sınır dışı atarlar bizi. O vakit istirahat ettik ve aldık onu. Böyle devam etti hayatımız.

"İntihar değildi"
Vatandaşlık verdi ve döndük Şam’a. Devletin Şam’da kaldığımızdan haberi oldu, “Kaç çocuğunuz var?” falan. Babam devamlı gidiyor, geliyor. O vakit babam Amerika’ya gitti. Neden gittiğini fazla bilmiyorum. New York’ta, onun yanında amcasının oğlu babası Abdülkadir Efendi 3. Sultan Abdülhamid’in oğlu. Yani Selim Efendi kardeşi. Amcasının oğlu oluyor. Onlar Amerika’da New York’ta devamlı beraberdi. Bana dedi ki; “Aşağıdan sigara getir gel.” Söyledi ,“Bırakmam seni burada yalnız. Bizi tanıyan kimse yok buralarda.” Fakat sigara almak için aşağıya indi. Sigarayı alıp yukarıya çıktı. Odada, otelde. Otel de New York’taydı. Otelin ismi de “Khalil”. Odaya gittim, baktım. Babam secdede gibiydi. Yani, intihar gibi ölmüş. Polis gelip tahkikat falan yaptı. Sonra intihar olduğunu yazdılar. Büyükelçilik de oradaydı. Geldi, baktı; “Bu iç nasıl oldu?, Ne oldu?” diye. İntihar değildi. İntihar mesela, tabancayı başına koyar ve biter bu iş. Ama secdede gibiydi.

Polisin raporu, kurşun arkadan girmiş. Baktılar, bir Japon kadın saat 09.00’da otelden ayrılmış. Çıkış yapmış oradan. Olabilir Japon. Biliyorsunuz, yabancıları sevmezler. Çok eskiden beri bu böyleydi. Kimseyi istemiyorlar ne Amerika, ne başka biri gelsin. İstemediler orada. Türkistan’da bir devlet kurulsun. Herhalde haberleri vardı babamın Amerika’ya geldiğinden. Sonra babam o zaman gitti. 10 saat değil, 2-3 ay sürdü gemiyle. Söylediler; “Bu işi orada bitir.” Ve sonra polisin rapora yazdığı şey, faili meçhul. Raporu da ben hala saklıyorum. Orada defnettiler. Sonra büyükelçilik haber gönderdi. Onun babası Selim Efendi Cünye’de biliyordum. Selim Efendi yine bir kalp krizi geçirdi oğlu sebebiyle. Vefat etti ve Şam’a getirdiler.

"Ona layık bir cenazeydi"
Orada bir yer var, Yavuz Selim’in Camii var orada. Dışarıda bir bahçe var. Oraya devlet aile mezarlığı yapmış ve aileden kim vefat ederse oraya gömüyorlardı. Ve herkes geldi oraya. Benim yaşım o zamanlar… Abim 1935’te vefat etti. Benim yaşım o zamanlar 3 ay ya da 4 ay abim 2 sene vardı. Tabii bu haberler nereden geldi ?, Nasıl biliyoruz bunları? Rahmetli annem yavaş yavaş anlatıyordu bize, böyle böyle… Sonra büyüyünce bu işin nasıl olduğunu anladık. Gazeteler vardı. İntihar yazdılar. Birisi başka bir şey yazdı. Çok şeyler yazdılar. Yani yine gazeteleri saklıyorum Şam’da, abimin yanında. Abim Şam’da oturuyor. O vakit onun cenazesini Cünye’den getirdiler. Sultan Yavuz Selim’in camiine. Cuma günüydü, çok kalabalıktı. Sonra namaz kılındı. Oradan getirdiler. Çok kalabalık oldu. Yani ona layık bir cenazeydi. Sonra babamı oraya kimse getirmedi. Yerinin nerede olduğunu bilmiyoruz. Fakat belediye biliyordu yerinin nerede olduğunu. Sonra TRT1 oğlumu aldı ve orada bir röportaj yaptılar Osmanlı ile alakalı. Gittiler New York’a. Gitti belediyeye söyledi; “ Benim dedem burada vefat etti.” Hemen buldular ve getirdiler. Dediler; “Bu yer, burada.” E tabii, orada sandığa koymuşlar.  Burada devlet ve çok iş adamları babamı getirebileceğimizi söyledi.  

Ben dedim; “Yok kalsın orada.” Şimdi oradan çıkaracaksınız, üstünde kaç santim toprak var, buraya getireceksiniz bilmem ne… Amerika’da kalsın dedim. Ve o zaman oğlum mezarın çevresine taşlar koydu. Başucuna da bir taş koydu. Hani orada bir kabir olduğu belli olsun diye. İşte bu böyle… Orada hayatını bitirdi. Sonra biz ikimiz, devlet o zaman bize Suriye’de kalmamızı teklif etti. “Babanız vefat etti, dedeniz…” falan. “Burada okuyunuz.” Benim tahsilim orada. Okudum sonra Suriye’de milli savunmada çalıştım. 18 sene… Sonra ne zaman af kanunu çıktı, 1974… O vakit hazırlandım dönmek için. Eskiden buraya gelmek yasaktı. Türkiye’ye transit girmeyi kabul etmiyorlardı. 1974’te af kanunu çıktı. Ve geldik, 75… Hanım ile beraber, oğlum Kayıhan daha doğmamıştı. Büyük oğlum vardı. Ve burada okula yolladım. Dedim ki; “Sen ilk diplomanı Şam’dan aldın. Arapça biliyorsun. Zor ama deneme yap. Bir sene geçersen, tamam bırakırım. Ben sonra düşünürüm geliyorum.” Sonra şubatta geldim, gördüm onu. Baktım Türkçeyi hemen öğrenmiş ve dedim ki; “Niyet edip geleceğim ben de.” O vakit 77’de rahmetli annem ve hepimiz geldik. Kızım da vardı, Nurhan. Öyle hayat devam etti. 

-7 Cihana hükmetmiş Osmanoğlu torunu olarak vatandaşlık almakta bu kadar sorun yaşamanız sizi üzmedi mi?

Tabii ki  üzüldüm. Çok kötü olduk. Herkes burada. Yani; vatanımız, topraklarımız, ecdadımız burada. Biz şimdi iki dizi izliyoruz, Süleyman Şah. Yani bakıyorsun, ne fark var bunda? Sultan Süleyman, ne kadar fark var. Burada gerçeği tam göstermiyorlar. Ne yani? Üzülmekten içeride kalıyor. 

- Türkiye ye döndüğünüzde kimse sahip çıkmadı mı Osmanoğullarına ? Sizi neden bu kadar fazla uğraştırdılar vatandaşlık almak için ?

Yok, uğraştırmadılar. Yine ayni. Birisi Paris'te oturuyor, birisi Amerika’da vatandaşlığını aldı. O Amerika’da, birisi Mısır’da sonra İsviçre’de, Fransa’da... En son aile reisi Orhan Efendi var. Paris’te vefat etti.  Eee, ne zaman aldı AK Parti geldiği zaman verdiler. Yine Fransa vatandaşlığı vermişlerdi ona. Yani ne yapacaklar burada? Kimseyi tanımadılar. Ne hak, ne hukuk, ne bir şey... Her şeyi istimlak ettiler. Ne varsa dedemizin her şeye el koydular. Hanımızı mı açmadık?, arsalar aldı İpsal’da 300 bin dönüm arsa vardı. El koydular. Kime müraacat edeceksin? Sultan Hamid, Kırmızı Sultan. Buna el koyduk biz mukasif oldu. Yahu, Osmanlı'yı seven birisi Ankara’dan getirdi bana. Onun maaşı yazıyor, Sultan Abdülhamid’in. Maaşından alıyorlar. Bu arsa 7 dönüm. Hepsini almış. Hepsini yerleştirdi. Baktılar arazi boş, "Geliniz, oturunuz."  Gitti bu. 

-Osmanlı hazinesinden elinize kalan bir pay oldu mu?

Var ama kim der "Bu araziyi al". Aldılar bitti hazineye devretti. Bitti yani. "Hazineye biz aldık vereceğiz size" yok. Vardı. Aldılar, gittiler hazineyi. Bunlar böyle cevap verdi. Merkez Bankası diyor ki;"Hazine bitti." Ne diyeceksin onlara? Estağfirullah, ben teşekkür ederim.



-Osmanlı hanedanının hayattaki 25 şehzadesinden biri olmak nasıl bir duygu?

Bu benim için tarifi imkansız bır duygudur. Lakin almış olduğumuz aile terbiyesi sebebi ile bu duygunun beni necip milletimizin her bir ferdinden üstün görme haline sokmasına asla müsade etmedim. Bu milletin herbir ferdi Osmanlı torunudur. Ben kendimi ayrı yada üstün görmüyorum.

-Osmanlı Hanedanı mensuplarının Türkiye dışına gönderilmeleri hangi sebepler dâhilinde vuku bulmuş ve bu konuda nasıl bir yol izlenmiştir?

Böyle bir sorunun cevabını verebilmek için şuanki süremizin yeterli olacağını zannetmiyorum çünkü bu mevzu çok derin ve çok uzun bir mevzu. Lakin burada yaşanan sürgün olayının maddesine değil manasına bakmak gerekir. Kısaca Hanedan-ı Ali Osman bu sürgün gerçeği ile karşılaştığında Milletinin selameti için bu duruma karşı koymamış, almış olduğu devlet terbiyesi sebebi ile "Devletin kestiği parmak acımaz" diyerek vatan topraklarından öksüz kalmıştır. Aksini düşünmekte mümkün değildir. Hanedan eğer sürgünü kabullenmeseydi hiçbir güç hanedanını koruyan geçmişi kahramanlıklar ile dolu olan milletimizin karşısında duramazdı.

"Eğer kardeş katli ibaresini kabul edecek olursam, Padişahlarımıza iftira ile katil damgası vurmuş olurum"
-Türkiye'nin çok tartıştığı Osmanlı'da kardeş ve evlat katli hangi gerekçe ile gerçekleşmiştir? Ve dönem halkının tepkisi ne yönde olmuştur?


Bu soruya cevaben detaya girmeyeceğim. Fakat bir yanlışı düzeltmek zorundayım oda şudur; Kendi menfaatleri doğrultusunda acımadan hunharca bir cana kıyabilen bir varlığa katil, Kıyılan cana da katledilmiş kurban ünvanı verilir. Eğer kardeş katli ibaresini kabul edecek olursam, Padişahlarımıza iftira ile katil damgası vurmuş olurum ki bundan ALLAH'a sığınırım. Peki o yaşanan acı olayları hangi başlık altında anlatabiliriz söyleyeyim. Milletinin ve Devletinin bekası için canının bir parçası olan evladından vazgeçebilecek kadar özverili olan padişahlara ancak milleti için gözünü kırpmadan kendi özünden veren kahramanlar demekten başka şansımız yoktur.

"İnsanı yaşatki devlet yaşasın"
-Günümüzde Türk Milleti’nin kendi tarihinden uzaklaştırılarak bilinçli bir tarih yozlaştırması içine sokulduğu aşikar. Dizilerle gerçek tarih arasındaki en baskın farklar nelerdir?


Bir çok baskın fark vardır burada hepsinden bahsedemeyiz. Bu farklardan öyle birtanesi varki dünümüze, günümüze hatta yarınlarımıza dahi ışık tutacak niteliktedir. Oda dil, din, ırk, mezhep ve coğrafya ayırmaksızın tek odağı insan olan Devlet-i Şahane-i Osman-i'nin "İnsanı yaşatki devlet yaşasın" inancı üzerine bina edilmiş olmasıdır.

"Kendisine güvenen milleti adına siyaset yapmak, sorumluluğunu almak vebal işidir"
- Osmanlı hanedanı üye ve mensuplarından halen hayatta 25 şehzade, 14 sultan ile 21 sultanzade ve 14 hanım sultan bulunuyor. Peki bu noktada benim aklıma bir soru takılıyor, siyasete atılıp parti kurma fikri hanedan mensuplarına sıcak geliyor mu?


Bizler düşmalarımız tarafından  yaşamak zorunda bırakıldığımız  hayat gereği ülkemiz ve dünya siyasetinden geri kalmak zorunda kaldık. Bizim siyasete bakış açımız şudur ki; Kendisine güvenen milleti adına siyaset yapmak, sorumluluğunu almak vebal işidir. Sadece siyasette olmak için,zayıf olduğum bir alanda milletimin her bir ferdini ayırmaksızın korumak adına henüz siyasetten uzak durma fikrimi değiştirmiş değilim.Fakat bu Soruımluluktan korktuğun yada kaçtığım manasına gelmesin, sizde iyibilirsiniz ki damarlarımda 36 islam aslanının kanı vardır. Kendime değil o kana güvenerek bır gun gerekırse o kana güvenerek gözümü kırpmadan yaparım.

-Tarihin gençler üzerindeki etkisine nasıl bakıyorsunuz?

Bizlere tamamen akıl tutulması yaşatan bilinçle ve strateji ile planlanmış bu tuzak gençliğimiz üzerinde çok etkili olmakta ama bunun tedavisi zor değil tek yapmamız gereken mirasla varisi buluşturmak olacaktır.

-Bir şehzade gününü nasıl geçirir ?
Benim mesleğim aslında gazetecilik.  Ben 13 sene boyunca polis muhabirliği görevinde bulundum. O dönemden bugünüme elimde çok sevdiğim bir fotoğraf makinem var ve ben o fotoğraf makinesi ile insanları çekmeyi, 7’den 70’e herkes gibi dedelerimizi dinlemeyi çok severim.  Ve her fırsatta halkımızla bir araya gelirim. Çünkü, bugün insanlar merak ediyor; “Sizleri nerede görebiliriz?, Ne yapıyorsunuz acaba?” diye soruyorlar. Biz de günümüzü halkımızla, bir kısmını konferansla, bir kısmını siz değerli basın mensuplarıyla geçirerek bu durumları anlatıyoruz. 

"Milletimiz ve devletimiz için neler yapabiliriz?"
Gün boyunca yapmış olduğumuz, biz milletimize ve devletimize neler yapabiliriz?, Neler anlatabiliriz?” Biz de büyüklerimizin anlattıklarını bir kitaba döktük. Ama bugün yolda yürüdüğümüzde insanlar hemen bir şeyler sormak istiyor ve kim olursa olsun veya din, dil ve ırkı ne olursa olsun oturup sohbet ediyoruz.  Yani bizdeki bilgileri onlara aktarıyoruz, onlar da onlardaki bilgileri bize aktarıyorlar. Her gün farklı şeyler yapıyoruz. Son zamanlarda sinema ve dizi sektörüne yöneldik, onları anlatmaya çalışıyoruz. En iyi ve en düzgün şekilde onları anlatmaya çalışıyoruz. İnanın her günü çok dolu dolu, farklı şeyler yaşıyoruz.  Çünkü dediğimiz gibi seyahatler var, halkımızla da bir araya geliyoruz.  Bu benim için muazzam bir şey, anlatılamaz… Çünkü bizim dedelerimiz; halkını ve milletini kucaklamış insanlar.  Günümüzde bazı sanatçılar var. Onlar kendisini her şeyden üstün görüyor ama bizim böyle bir durumumuz yok. Neden? Az önce de söylediğim gibi; “Milletini yaşat ki, devletin yaşasın.” Bu yüzden milletimiz, ümmetimiz bizim için çok değerli ve önemlidir. 

"Bu olayın dış kısmından onlar bakıyor, biz iç kısmındayız"
-Osmanlı Hanedanı şuanda devam etse idi abanız sayın Harun Abdülkerim Osmanoğlu Padişah olacaktı. Merak ediyoruz sizin evdeki diyaloglarınızı ve babanıza karşı davranışınızı. Nasıl bir çerçeve içerisinde hareket ediyorsunuz birbirinize karşı?
Yani şöyle, bizdeki adetler aslında eskiden olduğu gibi devam ediyor. Neden? Çünkü… Örnek veriyorum; babamız oturmadan biz oturamayız, babamız yemeğe başlamadan biz başlayamayız, babamız konuya başlamadan biz başlayamayız ayak ayak üstüne atamayız. Babamız bir yere girerken ilk önce kendileri teşrif eder, ardından biz teşrif ederiz. Bu sebepten dolayı bizde saygı çok önemlidir. Herhangi bir sebepten dolayı rahatsız olmamasına çok dikkat ederiz. Evde de Harun Efendi, şehzade efendi konuşmalarını devam ettiririz. Çünkü bu bir lakap değil, bu bizim geçmişimizden olan, dedelerimizden olan konuşmalar. Bizlere böyle hitap ediyorlardı, bizlere böyle hitap etmeye devam ettiler. Biz de torunlarımıza, çocuklarımıza bunları öğretiyoruz. Çünkü dediğimiz gibi, bu bir silsile aslında.  

"Kendisi Türkiye'deki aile reisi"
Biz elimizden ne geliyorsa veya ne yapmak istiyorsak hepsini aile reisimize sormak istiyoruz. Çünkü dediğim gibi, onlar bizim için çok önemli, çok kıymetli ki hepimizin annesi babası önemli. Aslında şöyle bir şey var; sadece bizde değil, bizim bütün halkımızda var, bütün milletimizde var. Yani bu bir saygı. Bizim geçmişimizden gelen bir şey. Bu yüzden bizdeki aynı edep, aynı usuller devam etmektedir. Yani evdeki verilen eğitimler, evdeki verilen konuşmalar… Aile büyükleri olmadan yemeğe oturmaması ve başlanılmaması gibi… O konuların aynısı, dedelerimizin yaşamış olduğu aynı olayları biz de devam ettirmeye çalışıyoruz. Tabii, bunun ne kadarını yapabiliyoruz bilemeyiz. Buna ancak onlar karar verebilirler. Çünkü bu olayın dış kısmından onlar bakıyor, biz iç kısmındayız.


"Bayrağımıza dil uzatan her kim olursa olsun o zaman sinirli insan oluruz"
-Biraz daha özele inersek; Osmanlı kanında bir delilik var bildiğimiz gibi tokatımız ile meşhuruz. Sizin de çok sakin bir yapınız var onların kanını taşıyorsunuz. Haliniz, hareketleriniz, tavrınız nasıl oluyor sinirlendiğiniz zamanda? 

Genel anlamda baktığımızda; evet, sakin bir duruşum var. Ama bazen çok sert olabiliyoruz. Neden? O da şu sebepten dolayı; bugün anamız dediğimiz bu topraklar aslında vatanımız.
Bugün bizim anamıza, vatanımıza, bayrağımıza dil uzatan her kim olursa olsun o zaman en sinirli insan olabiliyoruz.Çünkü bu bizim; değerlerimiz, bizim kutsalımız, bizim emanetlerimiz. 
Bu tür olaylarda hakikatten insan çok rahat edemiyor.  Ama evet bizim deli yönlerimiz var, bazen medyada da özellikle çok sivri bir dille konuştuğumuz olabiliyor.  Ama bunu tabii ki konuştukça, bunları daha bir anlattıkça daha da bir sakinleşebiliyoruz. Yani tabii ki, aslında hepimizde var. Çünkü niye? Az önce dedim ya; bizler kandan, sizler candan torunsunuz diye. 
Hepimizde olduğu gibi, biz birbirimizi seviyoruz. Dedemiz “Darülaceze”yi yaptığında 120 sene önce Türk var, kürt var, lazı var, çerkezi var, arabı var, bütün mezhepler var. Ve dedem burada diyor ki; “Hepsini aynı çatı altında topluyoruz.” Düşünebiliyor musunuz? Ve biz de tabii ki; bir yanımızda delilik, bir yanımızda sakinlik… Seviyede tutmaya çalışıyoruz.

"Kitap okumayı çok fazla sevmeyen bir nesiliz"
Abdülhamit Han çok çileli bir dönem padişahlığı yaptı sizinde bildiğiniz gibi sürgünler çok fazlaydı. Doğru bilinen yanlışlar nelerdir Abdülhamit Han hakkında ?
Aslında dedem ile alakalı o kadar yanlışlıklar var ki… Dediğim gibi az önce, 15-20 sene öncesine kadar sürekli anlatıldı. Kızıl Sultan dediler, koltuğundan kalkmayan padişah dediler… O kadar çok şey söylendi ki, biz de bunları ele alarak kitabımda anlatmaya çalışıyoruz. Kitabımda yazdığım gibi; dedem Abdülhamid Han neler yapmış? Ne hizmetlerde bulunmuş?  Bugün benim aklımın almadığı olaylardan bir tanesi; Darülaceze, hastaneler, saat kuleleri… Bu bağlamda onun almış olduğu siyasi kararlar. Örnek veriyorum, bir marangozdu kendisi. Fakat biz bunu bilmiyoruz. Çünkü, herhalde biz kitap okumayı çok fazla sevmeyen bir nesiliz açıkçası. Evet, marangozluk tarafı var ama burada masayı yaptığında bir tane bile vida kullanmamıştır dedem. Düşünebiliyor musunuz? Vidasız bir masa, vidasız bir sandalye, dolap … Bunları da zaten yavaş yavaş anlatmaya çalışıyoruz. Kitabımızda anlattığımız gibi. İlerleyen zamanlarda bunları film ve sinema sektöründe de anlatacağız inşallah. Yavaş yavaş hepsi gün yüzüne çıkacak. 

Yorum Yazın
  • Aydın yıldırım
    YARATAN ALLAHIM TEKRAR OSMANLININ İSLAM GÜNEŞİ ADALETİ İLE TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN HALİFELİĞE DÖNMESİNİ NASİP ETSİN.AMİN
deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bahis siteleri