Sizlerden binlerce mesaj aldım ve teveccühleriniz için hepinize çok teşekkür ederim.
Bu ay ise sizlere
Şehzade Abdülkerim Efendi’nin bir torunu olarak, sizlere şahsımı, doğumumdan itibaren hayat hikayemi, Şam’dan Beyrut’a oradan Türkiye’ye gelişimi bir yazı dizisi halinde anlatacağım. İnşaAllah takip eder okursunuz.
1963 yılı 25 Ağustos günü sabah namazından sonra evde telaşlı bir koşuşturma vardır. Babaannem babama kızarak söylenerek “
derhal git ebeyi getir, şehzade geliyor şehzade!” diyerek evde bağırır durur.
Babam ise babaanneme “
Validem siz nereden biliyorsunuz erkek olacağını?” dermiş.
Babam
Harun Efendi kız çocuklarını çok sevdiğinden hep bir kızı olmasını istermiş. Babaannem de hep “
Hayır aslan parçası olacak inşallah ben rüyamda gördüm” dermiş.
Babam koşarak ebeye gider ve kolundan tuttuğu gibi eve getirir. Ebe hemen işleme başlar.
Zor bir doğum olduğunu söylerlerdi. Tam 4.600 kg gelmişim. Tombul suratlı, dolgun etli, sanki üç aylık gibi.
Validem beni görünce biraz korkar. Bu çocuk ne kadar iri der. Hatta biraz iyileşip ayağa kalktığında beni hemen taşıyamamış, ağır gelmişim.
Babannem ise beni kucağına alır, sever “
Maşallah aslan parçam ben size dememiş miydim” der.
Validemin anlattığı kadarıyla beni tam 20 ay emzirmiş. Bir gün komşulardan bir hanım gelir ve validemi beni emzirirken görür ve “
Kocaman çocuk oldu hala emziriyorsun” der. Bu söz üzerine validemiz etkilenmiş olacak ki sütü kesilir.
Bizdeki adetler islamda olduğu üzere çocuğun iki yıl emzirirlmesi üzerinedir. Ancak ben 20 aylıkken böyle bir olay üzerine sütten kesilmişim.
Biraz da ev halimizden bahsedelim.
O zamanlar Şamdaki evimizdeyiz. Evimiz Şam’daki muhacirun mahallesindedir. Bu semtte oturan bir çok aile Türk ve Çerkes biraz Gürcü ve Kürt ailelerdi.
Biz semtimizdeki ailelerle tanışırdık. Bu semt Şam’ın meşhur dağının eteğinde yerleşmiş bir semtti ve neredeyse tepelere kadar evler vardı. Muhacirun semti sokaklarının bazılarının isimleri Türkçeydi. Ama caddeleri ismiyle kimse zikretmezdi!. cadde, 2.cadde.. şeklinde söylenirdi. Ta ki dağın tepesindeki 7.caddeye kadar. Caddenin başı sıkke olarak anılırdı. Bu kelime Arapça ray demektir. Orada eskiden Osmanlı döneminden kalma bir ray varmış bundan dolayı caddenin adı Sıkke yani Ray Caddesi konmuş.
Biz bu mahallenin ikinci caddesinde oturuyorduk. Tepelere yakın 6.ve 7. caddelerdeki evler gecekondu gibiydi orda oturanlarla fazla görüşmezdik. Cadde beşe kadar herkesi tanırdık. Büyüklerimiz bizlere tembihlerdi, üst caddelere çıkmayın diye.
Mahallemiz tipik bir Osmanlı mahallesiydi. Taş binalar en yükseği dört katlı ve müstakil evlerden oluşuyordu. Bodrumuyla birlikte iki katlı evler de vardı bunlar nadirdi, toplasan elli kadardı.
İşte o evlerden biri bizim evimizdi. Dar bir sokak içinden girilirdi. Araba girmez ama ancak iki kişi yan yana girebilirdi.
Kocaman bir tahta kapımız vardı, benim gözüme hep çok büyük görünürdü. Kapıyı geçince büyük bir bahçe ve bahçede sağlı sollu ağaçlar vardı. Geniş avlunun sonundaki mutfak ve hamamın yanında asmalar vardı.
Oturma salonumuz girişteydi. Biz hep orda yer içer otururduk. İkinci katta ise bir bahçe daha vardı, asmalı kat. Üst katta iki oda vardı biri babaannemin biri babamlarındı. Ev toprak ile ağaçtan yapılmıştı. Üst kata çıkmak için taştan merdivenleri vardı. Bu merdivenleri hiç sevmezdim.
O merdivenlerin ortasında küçük bir pencere vardı ve o küçük dar sokağa bakardı.
Dış pencerelerimiz ise tahtadandı ve baklava şeklinde panjurlarımız vardı.
Bu benim için bir saraydı. Ama ne yazık ki biz bu evin sahibi değildik, kiracıydık.
Tam evin karşısında çok gizemli yaşlı bir Türk amca yaşardı. Bana esrarengiz ve biraz da ürkütücü gelirdi. Evi tamamıyla kitap doluydu.
Sevgili dostlarım, bu gizemli adamı sizlere haftaya anlatmaya devam edeceğim inşallah.
Allaha emanet olunuz!