Vakti kuşanmak 'Görene!, Görene! Köre ne..?'

Pandemik şartlar dolayısıyla hastaneye gidip de ilaç vb. tedavi yollarına başvurmayınca da sorun daha da büyüyor. Gündüz neyse ama gece burun tıkanıklığı sebebi ile nefes almam zorlaştığından bu durum migrenimi tetikliyor ve sabahları sürekli bir göz ağrısı ile uyanıyorum.

Geçen hafta içinde de öyle oldu. Sabahtan hafif yollu başlayan gözümdeki ağrı, akşam Öncü GSK olarak başlayacağımız ücretsiz BESYO hazırlık kurslarının Aksaray’daki Önder Genel Merkezimizde yaptığımız planlama toplantısında daha da arttı. Bu vaziyetteyken ekran duyarlılığım bilhassa artıyor. Yüz yüze toplantıya katılamayan BESYO üniversite öğrencilerini artık mutat olduğu üzere Zoom marifetiyle uzaktan toplantıya dâhil edip görüntüyü de yansıya verince migrene bağlı gözümdeki ağrı daha da şiddetlendi.

Öbürsü gün haliyle tüm günü daha çok uyuyarak geçirdim. Bu sebeple gece geç yatmama rağmen gündüz uykumu fazlasıyla aldığımdan sabah ezanıyla uyanıverdim. Namazı müteakip uyku tutmayınca da Şamlar Yürüyüş Grubuna “ Ben Şamlar’a çıkıyorum, gelen varsa beklerim! ” diye WhatsApp’tan yazdım ama kimseden ses çıkmadı. Ben de ormana yalnız revan oldum.

Hava açıktı ve açık olmaktan mütevellit ayaz vardı. Sıcaklık 3oC olduğundan biraz tedbirli giyinip beremi, kaşkolümü kuşanarak yola çıktım.10 dakikalık bir mesafe sonrasında aracı münasip bir yere park edip saat 06.45 civarında ormana duhul eyledim.

Seher vakti en bereketli zaman dilimidir. İnancımız İslam öğretisi de rızıkların dağıtım vakti olarak güneşin doğması öncesi ve hemen sonrasını ifade eden bu vakitte uyanık olmayı öğütler hep. Gecenin ardından tabiatın yeniden uyandığı, börtü böceğin, ağacın kuşun doğan güne merhaba dediği bu saatlerde uyanık olmak biz Âdemoğulları içinde hem ruhsal hem de bedensel olarak kendinden menkul bir sıhhat için oldukça elzemdir.

Buna benzer düşünceleri zaman zaman içimden tefekkür ederek ve bazen de hassaten musahabe eylemekle oldukça hoşlandığım iç sesimi dışa vererek tezekkür ediyor ve ormandaki kaygısız yürüyüşümün beni ne tür bir zuhuratla, nasıl bir sürprizle karşı karşıya koyacağını da müteyakkız bir merakla bekliyordum.

Dostlar adımı “Şamlar uzmanına”boşuna çıkarmadı ya! Ormanın küçük büyük tüm yollarını, patikalarını artık bir harita mühendisi titizliğinde biliyor olmanın verdiği rahatlıkla canım nereye isterse o yöne doğru teveccüh ediyorum yine. Zaten böyle olunca yürüyüşler daha doğal ve keyifli bir hal alıyor. Yine de her yürüyüş öncesinde zaten belleğimde ezbere duran kendi çizdiğim muhayyel haritayı yokluyor ve kabataslak bir istikamet de çizmiyorum. Buna rağmen yürüyüş esnasında çoğu zaman tasarladığımdan farklı şekilde yollara saptığım da olmuyor değil.

Nihayet öyle oldu. Beni bu sefer farklı bir yola sevkeden şey Şamlar Kayabaşı muhiti hayvan sürülerinin gidiş gelişleri sebebiyle önceden tahayyül edip de yürümeye başladığım patikayı geçit vermez çamur deryasına dönüştürmüş olmalarıydı.

Sebebe bakmak mühim de sonuca bakmak daha elzemdir değil mi? Beş seneye yakındır girip çıktığım ormanın şimdiye kadar hiç yolumu düşüremediğim bir ara yolunda buldum kendimi.

Doğada kural basit: İz varsa, yani bir patikada bilhassa yakın zamanlarda sizden önce kullanıldığını gösterecek kadar taze bir emare varsa korkmayın sonu öyle ya da böyle bir yere çıkarır sizi. Bu bilgiye istinaden takip ettiğim izli yol beni,uzaktan gördüğüm gri renkler dolayısıyla çam ağaçlarının arasında Sazlıdere Gölü’nün sularını izleyebileceğimi sandığım bir tepenin yamacına çıkarıverdi.

Biraz daha yaklaşınca ne göreyim! Benim göl zannettiğim gri renkler meğer duman kütlesinin göl suları üzerinde oluşturduğu fevkalâde bir tabiat olayı değil miymiş?

İşte dedim! Anı kuşanıp seher vaktinde yola çıkmanın, seyrüsefer eyleminin karşılığı bu güzellik olsa gerektir. Seher vaktinin bereketi ile müteheyyiç duygu dünyam ile baş başa verip karşımızda bütün endamı ile arz eden  tabii güzelliği seyre daldım şükür ve hamd makamında..

‘Güzellikleri yaymak sevaptır! ’ fehvasınca da telefonu video kaydına getirince YouTube kanalımda neşrettiğim ve yazının sonunda linkini paylaştığım çekim böylece başlamış oldu.

Başakşehir’den araçla hepi topu 10 dakikalık bir yolculuk ve sonrasında 45 dakika süren yürüyüş. İşte seher vaktinin bereketli sürprizi dediğim şey karşımdaydı. Yeşil dallar arasında kendini gösteren sabah güneşinin sarımtırak huzmelerine sırtımı dönüp aşağıda, bir duman deryasına dönüşmüş gölün namütenahi güzellikteki görüntüsünü seyre daldım.

Şehir ne büyük imkânlarla dolu! Tabii ki görmesini bilene! Hani eskilerde veciz bir söz vardır : “ Görene..! Görene..! Köre ne..?denildiği üzere görmek lazım.  Bakmak lazım. Görmek için de çaba göstermek, anı yakalamak lazım. Görmenin de bir vakti, zamanı olduğunun farkında olmak lazım. Herdem göremeyeceğimizin, her halükarda duyamayacağımızın idrakinde olmak; bakmanın, görmenin ve anlamanın vazgeçilmezleridir bilmek lazım.

Vakti kovalamak, anın peşinde koşmak, demin demlendiği anları yakalamak, kimsenin göremediği, baktığı halde görüp hissedip anlayamadığı sırlara vakıf olmak ayrı bir zamanı gerektiriyor.

Her vakit mühim, her an kıymetli ama işte yukarıda bahsettiğim şekilde gönül açıcı, kalp doyurucu demlerin olmazsa olmaz zamanı seher vaktidir. Bu vakit öyle bir an-ı vahittir ki vakti kuşanmanın adıdır seher.

“Modern insanlar, güneşi üzerine doğuran insanlardır.” diyordu okuduğum bir eserinde bir yazar. Doğudan batıya tüm kadim medeniyetler, güneşten evvel uyanan insanı hayat idamesinin merkezine oturuyordu. Modern hayatın gün boyu ruhumuzu iğdiş edip bedenimizi yorduğu insanlar olarak artık akşam pelte gibi girdiğimiz yataklardan güneşi üzerimize doğurmuş olarak uyanabiliyoruz güne ancak.

Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati” başlıklı yazısında harikulade bir idrak ve büyük edibliğinin tabii neticesi olarak da fevkalade bir san’atla izah ederek ortaya koyduğu Müslümanca yaşamın ezana ve namaza göre tayin edilmiş vakit telakkisini çoktan unuttuk. Modern hayatın her şeyimizi istila ettiği demlerde yaşıyoruz ve bundan mütevellit her anımızın belirleyicisi tüketim menşeli yeni hayat tarzı.

Hal böyle olunca da artık akşamın ilk karanlıklarıyla birlikte yanmaya başlayan mumlarımız ( elektrik) sabahın ilk ışıklarına kadar handiyse hiç sönmeden kendini de bizleri de tüketiveriyor. Bizi yalancıdan ayıracak bir sahicilikle yatsı ile birlikte sönen ve imsakla tekrar yanmaya alışık eski kandillerimiz yerini sonsuz enerjisi ile tükenmek bilmeksizin adeta etrafı kör edercesine bir aydınlıkla parlatan sihirli lambalara bıraktı. Bu adına elektrik dediğimiz imkân geceyi de gündüz eyledi. Bu sebepten olsa gerek gecenin ne zaman bittiğinden de günün ne zaman başladığından da bihaber olarak ömrümüzü geçirip duruyoruz.

Şamlar’a dönecek olursak, sırtımı yasladığım çam ağaçlarıyla dolu yamaçtan aşağıya vadinin derinliklerine doğru şöyle bir nazar eyledim. Ey yüce rabbim! Sanki Kaçkar’lardan Karadeniz’i izliyor gibiydim. 2000 metre irtifaya çıkmışım da bu yükseklikten aşağı vadilerde, ovalarda, denizlerde yer tutmuş bulut kümelerini izliyormuş,Toroslar’dan Akdeniz’e, Kaz Dağları’ndan Ege’ye bakıyormuşçasına bir güzellik, Şamlar Sazlıdere Gölü’nün üzerini koyu gri bir sis tabakası ile kaplamıştı.

Dedik ya!  Zamanı kollamak, ana şahit olmak, vakti kuşanmak insanı ne muazzam güzelliklerle, ne doyumsuz fevkalâdeliklerle karşı karşıya bırakıyor.

Nisan ayındayız. Etraftaki ağaçlarda patlattığı tomurcuklardan havayı ısıttığı sıcaklığa kadar, baharın sesini duyup nefesini hissetmeye başladığımız günlerdeyiz. Lakin son birkaç gündür sıcaklıklar bilhassa kış şartlarında hüküm sürüyor. 2-3oC’ye kadar havalar soğuyunca da bu ısınma farklarını; çevredeki çimenlerde, çiçeklerde,yeşil bitkilerde kara benzeyen şebnemler olarak bembeyaz bir renklilik halinde görüyorsunuz. Öyle ki kırağı vurmuş bitki örtüsü ve toprak yollardaki küçük çukurlarda oluşmuş su birikintilerinin üzeri don tutmuş buz tabakaları size, kış mevsiminin bahara halameydan okuduğu ve öyle pılını pırtısını toplayıp gitmeye pek de hevesli olmadığı hissini veriyor.

Kadim kabullerden olarak tabiatın tüm anasırının insanda bir tekâmül evresi başlattığı hususu kurcalıyor bu sefer de zihnimi. Öyle ya felsefenin öz/töz, bilimin fizik/metafizik, dinin madde/mânâ, edebiyat ve sanatın zarf/ mazruf dualitesi çerçevesinde ele aldığı mevzuda ortaya konulan her şey, eşyanın hakikatinin aranmasında çok mühim izahları ortaya koydu.

Tabiatın içindeki gizi, evrenin özündeki cevheri, eşyanın ardındaki gerçeği arama gayesi zahir ile yetinmeyen tüm yüce ruhların baş meşgalesi olmuştur.

Kadim zamanların bütün Enbiya ve evliyasının, hakîm ve edibinin, feylesof ve şairinin,âlim ve mürşidinin etraflarına bin bir ilgi ve merakla toplanan tüm müminlerine, müritlerine, talebelerine, yoldaşlarına ve dahi kardeşlerine yaptıkları tebliğlerde, telkinlerde, verdikleri sohbetlerde, işledikleri derslerde bu hak ve hakikat arayışının emarelerini görmek mümkündür.

Kendi adıma naçizane diyebilirim ki, tabiatla bilhassa yalnız başıma ya da benim derunuma müteallik dost ve ahbap, yar ve yaran ile kurduğum tüm irtibat, girdiğim her türlü iletişimde bir arınma durumu ile karşı karşıya kalıyor ve bunu çok da önemsiyorum.

Muhayyilem burada beni “ Yol kiminle ve nasıl yürünür ?” sorusunun üzerinde de düşünmeye zorluyor. Yol dışınızı bilen ama içinize yabancı olanlarla yani herkesle yürünmüyor. Herkesle yürünen yol da yol olma vasfını kaybediyor. Daha doğrusu dışa yaptığınız yürüyüşten, zahirde attığınız adımdan batına doğru bir akış, içe doğru bir sefer başlamıyor. Kalabalıklarla yürümek ancak bir kutlu sefere çıkmış olanlarla yapılırsa ruhu mutmain eyler. Aynı hedefe kilitlenmiş olmanın verdiği tatmini ivazsız, garezsiz hisseden kalabalıklar zaten nicelik olarak kalabalık gibi dursalar da aslında onlar yekvücut bir niteliğe isal buyurmuş bir cismani ittihat halinde olarak ruh birliği halindedirler.

Bu her şeyi parçalamaktan aşırı bir zevk alan, tasnif edemediğini tarif edemeyen güdük çağda böyle bir evsafı taşıyan kalabalığı bulmayı geçtik, insanı bulmak ne mümkün? Kaldı ki kendimiz bile çağın her türlü kirliliğine müptelayken bu derece ulvi dostluklar, arkadaşlıklar, yollar ve yolculukların bizlere tevafuk eylemesi pek de muhtemel değil. O zaman yapılacak şey : “ Ele geçmezse sevdiğimiz! Çare ne? Eldekini sevmeliyiz.” Eldekini kıymetlendirmeli, beslemeli, büyütmeli ve yüceltmeliyiz. 

İşte doğaya zaman zaman yalnız yürüyüşüm, kimileyin de yâr u yârânla dağda bayırda yaptığım yürümeler kadim dönem “Meşşaîleri” gibi bu çerçevede bir kalb-i selim oluşturmaya, bundan mütevellit bir akl-ı selim inşa etmeye ve en son olarak da bir zevk-i selimi birlikte ihya etmeye dönüktür. En azından niyet buna müteveccihtir. Sonuç, akibet ne olursa olsun bu halis niyeti önde tutmak neticeye ulaşılıp ulaşılmadığına bakılmaksızın ehemmiyet gösterilmesi gereken en önemli husustur diye düşünüyorum.

Bu duygu ve düşünceler eşliğinde bulutların üzerindeymişim hissi veren yamaçtan vadiye inip göl istikametinden yine başlangıçta hiç tasarlamadığım bir ara yola saparken yakalıyorum kendimi. Tam burada karşıma çıkan ‘çoban çeşmesi’ neredeyse tükenmeye yüz tutmuş iplik gibi incelerek akmakta zorlanan suyu, kırılmış kitabesi ve yosun tutmuş yatağıyla değişen zamanın esrarını bünyesinde taşıyan bir tanık olarak bende farklı duygular ihsas eyliyor.

Daha önce onlarca kere önünden geçip de izinin peşine düşmediğim bu yeni patika ormanın en güzel manzaralarının yeni bir örneğiyle karşı karşıya bırakıyor beni. Şırıl şırıl çağıldayarak akan berrak sularıyla bir derenin eşlik ettiği vadiyi takip ediyor, hayli eğimli bir yamaçtan ısrarlı bir yürüyüşle patika yolun sonuna doğru;biraz da ‘ Bu yolun sonu nereye bağlanacak, acaba? ’ merakı içerisinde ilerlememi sürdürüyorum.

Su varsa hayat vardır. Suyun etrafındaki ağaçlar biraz önce yamacından gölü izlediğim çam ve bodur çalılarla dolu tepeden farklı olarak burada yağmur ormanlarını seven gürgen vb. ağaç türlerine dönüşüyor. Derenin yer yer yosun tutmuş kıvrımlı yatağı ve etraftaki ağaç zenginliği ortamı tam bir yayla vadisi özelliğine büründürmüş. Kuşlar bile suyun ve yeşilin farkında olarak ayrı bir şevkle ötüyor burada.

Sarmaşık olup ağaçlara tebelleş olan dikenli bitkilerin ufak tefek zorlamasına rağmen girdiğim patikayı orman içine ulaşımı sağlayan yangın yollarından birisine çıkarmayı başarıyorum.

Ormanın bunca bildiğim yollarından sonra yeni bir patikasında yürümeyi denemiş,sürdürmüş ve nihayet sonunda daha bilindik bir yola ulaştırmış olmanın verdiği başarı hissiyle artık bir seher vaktinde başladığım Şamlar ormanları yürüyüşünü huzur içinde bitiriyor ve evde bizimkilerle yapacağım kahvaltı keyfini düşünmeye başlıyorum.

Eve doğru dönüşe geçtiğim yol boyunca aşağıdaki beyit ansızın peydahlanıyor zihnimde ve dökülüyor gayr-ı iradi dilimden..

“ Bir seher vakti kalktım, gittim Şamlar’a..

Verdim, sırtımı yamaçtaki çamlara..

Muradım sularda kaybolup gitmekti uzaklara.

Yutmuştu tüm gölü sisler, heyhat kapkara.”

Artık zihnimde tek bir soru kalıyor cevaplanması gereken:

Rehberliğini yaptığım ve her biri birbirinden kıymetli aziz dostlarla gerçekleştireceğimiz yarınki Şamlar yürüyüş grubumuzu bu yeni patika ile tanıştırmalı mı yoksa tanıştırmamalı mıyım? Daha doğrusu grup bu zorlu parkuru kaldırabilir mi kaldıramaz mı?

‘Aklıselim davranmalısın!’ diyorum kendi kendime. Tamam, parkur doğal güzelliği ile fevkalâde. Lakin guruptaki herkes bir yürüyüşe başladığında sınırları zorlayabilecek bedensel hazırlığa henüz sahip değil. Sayısı on beşi bulan kalabalık bir gurupla bu sert eğimli tepeden inmek kolay değil. Oldukça dar bir patika yolunun yer aldığı, yamaç eğiminin fazlaca dik olduğu bir parkurda gurubu yürütmek pek akıl karı değil diyerek vazgeçiyorum bu fikrimden.

Hoş ertesi gün,yukarıda saydığım sebepler dolayısıyla son keşfettiğim bu parkurdan sarfı nazar edip çizdiğim yeni yürüyüş rotası da grubu oldukça zorlamıyor değil ama ne yapalım? :

“ Hamama giren terler. Ormana giren de hem terler, hem de yorulur! “ Öyle değil mi?

Not: “Vakti kuşanmak” başlıklı bu yazımın daha öncekiler gibi yine oldukça amatör ve acemi tekniklerle ama oldukça samimi ve doğal duygularla gerçekleştirdiğim YouTube yayınına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.

https://www.youtube.com/watch?v=5_KABr-3LpQ&t=6s.

OGÜNhaber