Yıl 1998. Hatay Reyhanlı’da öğretmenliğe başlamışım.
Bize de aday memurluk kursları var, her yeni başlayan öğretmen vb. memurlar için olduğu gibi. Kurslar Temel Eğitim 1 ve 2 olmak üzere organize ediliyor. Temel Eğitim 1 kursuna katılmak zorunda olan 14 kişiyiz. Reyhanlı Ulu Cami’nin hemen karşısındaki Halk Eğitim Merkezinde veriliyor, kurs dersleri. Büyük kısmı Anayasa, Devlet Memurları Kanunu, Resmi Yazışma Kuralları vb. ağırlıklı bu kursun hocaları müfettiş ağırlıklı.
Dönem 28 Şubat’ın hemen sonrası. Hava ağır mı ağır. Atanmışız ama daha devlete “kul olmaya” liyakatimiz var mı, yok mu henüz karar verilmemiş. Bir hizaya sokuluyor olduğumuzun, bir teste tabi tutulduğumuzun farkındayız. En azından ben farkındayım ya da öyle hissediyorum.
Bu mevzuat yüklü derslerin arasına sistemin "amentüsü" kabilinden sarfınazar-ı bilakabil bir ders olarak tabii ki İnkılap Tarihi de yerleştirilmiş.
Niye böyle bir yorum yaptım. Şundan. En azından öğretmenler olarak bizler bu İnkılap Tarihi dersini aynı format ve içerikte olarak İlkokulda, Orta 3’te, Lise 3’te gördük. Yetmedi üniversite sınavında bu dersin müfredatından sorumlu tutulduk. O da az geldi üniversitelerde mecburi ders olarak işledik. Bu kadar sene aynı kapsamdaki bir dersin artık memur olacak aşamaya gelmiş bizlere bir kez daha gösterilmesinin sebeb-i hikmeti nedir? Bu sorunun cevabı yukarda yaptığım yorum için bana fazlasıyla haklılık payı veriyor.
Biliyorsunuz o dönemlerde bilhassa liselerin “zapturapt altına alınması” için Milli Güvenlik dersleri de aynı niyetle müfredata sokulmuştu. Neyse ki Milli Güvenlik dersi garabetine artık son verilmiş bulunuyor.
İşte bahsettiğim bu aday memurluk kursundaki İnkılap Tarihi dersimize Reyhanlı Anadolu Lisesi’nde Tarih Öğretmenliği de yapan Çerkez asıllı bir hocamız giriyor. Daha ilk dersten hocamızın tarihe “sol cenahtan” baktığını anlamak yani hocamızın tarih felsefesinin “ sol eğilimli ” olduğunu anlamak benim için pek de zor olmuyor. O dönemde de bugün de sol cenahın “tarih ideolojisi” arasında yer alan hocamızın bu iddialarına karşı sessiz kalmam ise henüz aday da olsam bir tarih öğretmeni olarak benim için bittabi bir hayli zor oluyor. Ezcümle Osmanlı’yı bilhassa kuruluş devrinden sonra Arapçılık hassaten Emevicilikle suçlayan hocamızın tarih felsefesini kabul etmeyi boşverin, itirazsız bir şekilde dinlemem de mümkün olmuyor.
“Bu indî iddialarınızın bir belgesi var mıdır? “ diye kendisine sorduğumda; zira tarihi bilim yapan şey zaten belgedir, hocamız:
“ Bunlar benim görüşüm. İsteyen kabul eder, istemeyen etmez. “ deyince zaten memurluğu bile henüz adaylık noktasında olan benim için konuya dair başka söylenecek bir şey kalmıyor.
...
Yıl 2014. Yer Yenikapı. Babamla birlikte mitingdeyiz. Asıl meydan erkenden dolmuş. Bu sebeple ancak Kennedy Caddesi’ni ikiye ayıran metal bölümlerin üzerinde babama yaslanabilecek bir yer bulmuş vaziyette o zamanlar başbakan olan Reis-i Cumhur’un konuşmasını bekliyoruz. Birden henüz ilkokul çağlarında olan kızını omuzlarının üzerine almış bir müfettiş tanıdığım ile göz göze geliveriyoruz.
Müfettiş böyle tanışıklığımız 2013 yılında ilk müdürlüğümü geçirdiğim Başakşehir ’deki küçük köy okulundan ileri geliyor. Kendisiyle tanışıklığımız gel zaman git zaman iyi bir dostluğa, arkadaşlığa ulaşacak kadar ilerledi diyebilirim. Hocama soruyorum:
“ Müfettişim siz mi beni yakaladınız, ben mi sizi yakaladım? ” Öyle ya devlet memuruyuz ve bir siyasi partinin mitingine katılmışız. Müfettiş Bey her zamanki sıcak ve güven veren mütebessim haliyle;
“ İkimiz de birbirimizi yakaladık Oğuz Hocam!” diyor. Mitingi birlikte takip edip sonrasında ayrılıyoruz.
İşte fikirlerine çok değer verdiğim ve bilhassa 2016 sonrasında zaman zaman ayrı da düştüğümüz bu müfettiş dostumuzla geçen gün yine bir mevzu da anlaşamadık.
İyi de bir Klasik Türk Musikisi takipçisi olan Müfettiş Bey benim tarihçi olmam ve Osmanlıcayı da hem günlük dilde hem de yazılarımda sıkça kullanmamdan mütevellit olsa gerek Itri’nin bir bestesinden konu açtı. Daha doğrusu klasik musikinin devlerinden Buhurizade Mustafa Itri Efendi’nin Neva makamında bestelediği ve güftesi meşhur İran şairi Hafız-ı Şirazî’ ye ait eserin sözlerinden yola çıkarak Osmanlı’yı Arapçılık yapmakla itham etti.
Şimdi, kullandığı argümandaki güftenin Farsça olması ve güftekârının da Arap değil Acem olması kıymetli hocamın iddiasını boşa çıkarmış olmuyor. Zira biraz önce bahsettiğim miting dolayısıyla da anlayabileceğiniz gibi muhafazakâr/ mütedeyyin bir yapıya sahip olduğunu bildiğim müfettişimiz bile bu görüşlerin tesirinde kalmışsa, tarih/medeniyet/din/kültür vb. mevzularda toplumun belli kesimlerindeki fikr-i sabiteleri değiştirememişiz demektir.
Peki, bunun sebebi nedir? Bu sorunun cevabı mahiyetinde, alanında çok başarılı bulduğum, aynı ilçenin aynı bölgesinde yıllardır birlikte müdürlük yaptığım bir Meslek Lisesi müdürü arkadaşımla aramızda geçen WhatsApp muhabbetini nazar-ı dikkatinize sunmak istiyorum.
Geceye doğru bir akşam vakti bahsettiğim müdür arkadaşım dünya tarih kronolojisini aynı anda takip edebileceğiniz bir görsel çalışmayı bana gönderdi. İnceledim ve şöyle mukabelede bulundum:
“ Batı nazariyelerine göre de olsa ilginç bir çalışma olmuş, üstad, sağ olasın.”
Müdür arkadaşım:
“ Sosyal bilimlerin bilim olup olmadığı halen tartışma konusu. Olaylara her grup kendi penceresinden bakıyor. Oysa matematik, fizik, kimya öyle mi? Dünyanın her yerinde aynı kanun ve kaidelerle yürüyor. Gözünü seveyim fen bilimlerinin.”
Fakir:
“ Onun için herkes sosyal bilimci olamaz. Zira dünya çapında ve adam akıllı sosyal bilimci olmak en zor işlerden biridir. Yani herkesin katında dini, milli, etnik, kültürel vb. ön yargılardan uzaklaşıp sadece ilmiyle âmil, makbul bir sosyal bilimci olabilmek hakkaten çok zor ama o denli de kıymetlidir.”
Müdür arkadaşım:
“ İşte bu yorum tam beklediğim yaklaşım.Sana bunu söyletmek için yazdım.Her millet kendi tarihiyle ilgili olumlu ve çıkarcı bir bakış açısıyla yazılmış/uydurulmuş metinlerle nesiller yetiştiriyor. Bunu da milli duyguları ayakta tutmak, millet olma şuurunu yerleştirmek için yapıyor. Aksi halde birliktelik sağlamak zorlaşır. Oysaki bilim gerçeği aramakla, ne olursa olsun onunla yüzleşmekle ilgilenmelidir. Fikrî dünyası nasıl şekillendiyse o şekilde bilim yapan kişiler kesinlikle bilim insanı değil. Bir ideolojinin hizmetkârı olabilirler ama asla bilim insanı değil.”
Fakir:
“ Harika bir tespit. Tüm aklım, fikrim ve vicdanımla imza atıyorum bu fikirlerin altına kıymetli üstadım. Dikkatini çekerim ki herkese de üstadım demem yani. Zira sen aklı, fikri, vicdanı hür bir âdemsin. Her böyle âdem gibi de ademe mahkumsun, bu kadir bilmezlerin bol olduğu devirde.
Müdür arkadaşım:
“ Estağfurullah üstad. Sadece ufak ve içten bir paylaşım olsun diye yazdım. Fazlasını hakedecek birşey değil. Dostoyevski şöyle diyor; ‘ Birşey yaptığınızda içinizde sizi rahatsız eden birşey varsa o iş yanlıştır. Bu izin verilmiş veya yasaklanmamış olsa bile yapmayın. Çünkü insanın kendine vereceği cezadan daha büyük bir ceza yoktur.’ Sağlıcakla kal.”
Fakir:
“Hem akıl sağlıcağı, hem fikir sağlıcağı, hem zevk sağlıcağı, hem de ruh ve beden sağlıcağı güçlü olanlardan eylesin bizi, bizatihi yüceler yücesi Olan, hoşça bak zatına.” Diyor ve bu “ uzaktan” digital muhabbeti ilk buluşmamızda “ yüz yüze ” devam ettirmek kararı alarak bitiriyoruz.
Ne kaybediyorsak sağıyla soluyla bilhassa tarih/medeniyet/din/kültür vb. gibi mevzularda her kesimimizin sadece mensup olduğu grubu haklı çıkarmayı ön plana alan bakış açısı dolayısıyla aynı vatan toprakları üzerinde birbirine kör ve sağır insanlar topluluğu olarak yaşamaya katlanmak zorunda kalıyor olmamızdan kaybediyoruz...
Şu görünüyor ki objektif verilere dayalı bilimin bilhassa tarih/medeniyet/kültür/sosyal bilimler alanında rehberliğine ihtiyacımız her zamankinden daha fazla. Aksi halde herkes kendi mahallesinin masallarıyla, hikâyeleriyle büyüyor ve diğerine yabancı kalıyor. Hakikat, sanki gerçekmiş gibi dolaşan efsanelere, rivayetlere, dedikodulara kurban gidiyor.
İrfan gözünü kapatmamış ilim ehlinin, hikmetini kaybetmemiş bilginin, hekimliğiyle bilginliği beraber yürütebilen âlimlerin, din adamlarının, kanaat önderlerinin söyleyeceklerine dünden çok daha fazla ihtiyaç duyduğumuz kanaatindeyim. Böylece farklılıklarımızı husumete dönüştürmemiş oluruz. En azından sevincimizde ve tasamızda birleşmeyi başarırız. Anımızda ve yarınımızda biriz diyebileceğimiz bir zenginliğin bereketini derinden paylaşan bir millet oluruz.
İyi de yazının başlığındaki soruya cevap bulamadık diyenler bu konuyla ilgili tüm dünya tarafından Osmanlı Tarihi konusunda otorite sayılan tarihçilerimizi okuyabilirler. Mesela ömrünü Osmanlı Tarihçiliğine adamış merhum Prof. Dr. Halil İnalcık’ın eserleri bu konuda size yardımcı olabilir kanaatindeyim..