Kasırdan Konağa (3)

Öğleyi hayli geçen bir vakitte olmamıza rağmen şehrin merkezi hala kalabalık ve yoğunca da bir trafik oluşmuş. Bu sebeple aracı, bizi biraz daha fazla yürümeye zorlayacak da olsa tenha bir noktaya park edip şehrin merkezine kestirmeden ulaşabileceğimiz bir yol arayışına giriyoruz.

Kadim Safranbolu'nun tüm tepelerini birbirine bağlayan caddelerinden birindeyiz ve manidar bir şekilde ismi de Çelik Gülersoy Caddesi. "Kasırdan Konağa – 1" başlıklı yazıda bahsettiğim için Çelik Gülersoy isminin bana yine rahmetli Haluk Dursun Hoca'yı hatırlattığını burada tekrar etmeyeceğim. Lakin Şu kadarını ifade edeyim ki, Safranbolu'nun UNESCO tarafından da tescillenmiş dünya markası bir kültür mirası olmasında TURİNG'in ve kurumun başkanı olarak Çelik Gülersoy Hoca rahmetlinin katkıları ve emekleri çok büyük bir rol oynamıştır. Hoca'nın ve kurumun burada başlattığı "konakların ihyası projesi" tüm diğer konak sahiplerince örnek alınınca bugünkü turizm değeri yüksek Safranbolu ortaya çıkmış diyebiliriz.

Ben yine tarihe, medeniyete dair mülahazalarla kendimi düşüncelere kaptırmışken şehir merkezine bizi çıkaracağını tasavvur ettiğimiz bir taş yol üzerindeki adı geçen Turing tarafından restore edilip işletilen turistik konağın cümle kapısından içeri girip taş avluya adımımızı atıyoruz..

Acaba ziyarete açık bir yer midir, değil midir? tedirginliğiyle biraz da ürkekçe konağın asıl giriş kapısına doğru ilerlerken arkadan," Oğuz Hocam!" diye bana hitap eden bir ses duyup insiyaki olarak sese doğru dönünce bir de ne göreyim! 20 küsur yıl önce Hatay Reyhanlı İHL ‘de Tarih öğretmenliğini yaptığım Mehmet Şıhanlıoğlu adlı bir öğrencim kamelyada oturmuyor mu?

"Artık alıştım gittiğim her yerde tanıdık bir simayı görmeye ve Safranbolu'da da muhakkak birisine tesadüf edeceğiz ve bunda şüphe yok. Fakat bakalım kimi görmek kısmet olacak, diye size söylemiştim değil mi?" dercesine haklı çıkmanın verdiği bir duyguyla Hanımefendi ile oğlana dönüyor ve yola çıkmadan önce İstanbul'da aramızda geçen yukarıdaki konuşmayı mütebessim bir ima ile kendilerine hatırlatıyorum.

Bizim aramızdaki bu karşılıklı imalaşmaya Mehmet biraz şaşkın ve bir miktar da meraklı gözlerle bakıyor diğer taraftan da bizleri oturduğu kamelyaya davet ediyor. Hep birlikte oturduktan sonra önce kendisi ile bizimkileri tanıştırıyor sonra da aramızda geçen ve doğal olarak Mehmet'i de meraklandıran durumun hikâyesini kendisine şöylece anlatmaya başlıyorum."Mehmetçim! Gerçi yıllar önce Facebook üzerinden seninle rahmetli Haluk Dursun Hoca'dan ve senin TURİNG'de görev aldığından bahsetmiştik. Lakin ben Safranbolu'da çalıştığını bilmiyordum. Hatta buraya doğru gelirken yolda ‘Baba yok mu bir tanıdığın? Safranbolu'da nerede, ne yenir, neresi nasıl gezilir? sorup öğrenelim diye soran oğluma ‘Safranbolu ile ilgili bize bu konularda yardımcı olacak bir tanıdık hatırlayamıyorum oğlum! Lakin meraklanma! Şimdi kimseyi hatırlayamıyorsam da yola çıkmadan evvel de dediğim gibi eminim ki Safranbolu'da da muhakkak bir tanıdığa tesadüf edeceğiz. Diye ‘tanıdık birisiyle karşılaşma' hususunda bir iki kez biraz da iddialı cümleler kurmuştum. İşte sen konağa girdikten sonra " Oğuz Hocam!" diye seslenip de aniden karşımıza çıkman haliyle biraz enteresan oldu!" diyerek çiçeği burnunda öğretmenliğimin ilk göz ağrılarından Mehmet Şıhanlıoğlu adındaki öğrencimle sohbete başlamış oluyoruz.

Evlenmiş, hem de yöreden biriyle Mehmet ve ikide çocuğu varmış. "Yerleştik artık buraya hocam!" diyor. Turing tesislerinin işletme müdürlüğünü yapıyormuş burada. Hatay/Reyhanlı'dan Haluk Dursun ve Çelik Gülersoy hocalardan bahsediyor, ısmarladığı kahvenin tadına eşlik eden eskilerimizden eskitmediklerimizden dem vuruyoruz, aradan geçen 20 küsur yılı 20 dakikaya sığdırmaya çalışarak..

"Hocam misafirim olun, bu gece konakta ağırlayayım sizleri!" teklifini "Diğer oğlan evde yalnız:" diyerek, "Bir şeyler yiyelim o zaman!" ricasını ise "Kahvaltıyı geç yaptık!" nezaketiyle ve teşekkür ederek geri çevirip içinde bulunduğumuz konak ve tüm Safranbolu konaklarına dair kendisinden mühim malumatlar edindikten sonra konağın önünde bir hatıra resmi çektirmeyi de ihmal etmeyerek Mehmet'in yanından ayrılıyoruz..

Taş sokaktan şehir merkezine doğru inerken Mehmet'le sohbetimizden kalma derinden bir sızı içimi burkuyor..

Sohbet sırasında "Kendini yetiştirmişsin. İngilizce, Rusça öğrenmişsin. Yüksek yapmış ve Doktora ‘ya devam ediyorsun. Peki, Turizm Bakanlığı nezdinde neden daha yüksek bir mevkide değilsin?" diye sormuştum. "Hocam biliyorsunuz çünkü o acılı günleri birlikte yaşadık. Bizi önce ‘28 Şubat' vurdu. Siz de takdir edersiniz ki çok çalışkan bir öğrenciydim. Pek çok arkadaşım gibi ‘İHL'lerin önünü keseceğiz!' diyerek dönemin zalimleri tarafından gaddarca uygulanan üniversite sınavlarındaki baraj zulmüne maruz bırakılmasaydım Hukuk Fakültesi vb. bir yeri rahatlıkla kazanırdım. YÖK'ün baraj puan adaletsizliği yüzünden istikbal vaat edecek bir üniversite tutturamadım. Ailemin ekonomik durumu da müsait olmayınca komilik, garsonluk yaparak maişet savaşına giriverdim. Neyse ki çalışırken 2 yıllık Turizm Meslek Yüksek Okulunu bitirdim. Sonra bunu lisansa tamamladım. Yüksek lisans yapıp yabancı dil öğrenerek eğitimimi takviye ettim. Şu anda da doktoraya devam ediyorum. Kendimi kâfi derecede yetiştirdiğime inanarak Bakanlık nezdinde girişimlerde bulundum. Fakat bizim Bakanlık herhalde Turizm mezunu aramıyor olmalı ki meslek harici o kadar eleman alınmasına rağmen girişimlerim sonuçsuz kaldı ve bizi atamaya uygun bulmadılar." demişti. İşte yürek burukluğum mazinin zor günlerini hatırlamış olmamla ilgili olduğu kadar hâlin de yine bir o kadar incitici bu inkisar-ı hayalineydi...

Köprülü Mehmet Paşa Camii'nin avlusuna açılan ve Bursa'dan Saraybosna'ya kadar tüm Osmanlı Coğrafyasında benzerleri görülen kendine mahsus küçük, sade ve sevimli Yemeniciler Çarşısı'nı bir taraftan mekâna duyduğum hayranlık diğer taraftan içimdeki burukluktan ötürü bir duygu karmaşası içinde dolaştım.

Çarşıdan dönerken sabah bulamadığım tarihi susamsız halka simitlerinin asıl tadı ile pişirildiği fırına da rast geldik. Tabii ki birkaç simit almayı da ihmal etmedik. Aldığımız tat sabahki simitlerle mukayese bile edilemeyecek derecede kendine mahsus bir lezzette olunca bir kez daha şahitlik ediverdim şu sözün doğruluğuna:

"Ne yediğiniz değil, muhakkak ki ondan daha fazla neyi nerede yediğiniz önemlidir!"

Peki, akşam yemeğinde neyi nerede yemeliyiz?

Yazının başında ilk gece çay içtiğimiz ifade ettiğim ulu Camii önündeki küçük meydanda gözüme bir Konak Restoran ilişmişti. Bizimkilere orayı teklif ediyorum kabul görüyor.

Lakin daha şehri tam gezemedik sabah önden önceden çizdiğim gezi rotasını maile takip edince yolumuz yine Lütfiye cami ile çıkıyor bizimkiler de çok beğeniyorlar hem camiyi hem de caminin Kemer şeklinde oluşmuş altından nazlı nazlı akan derenin etrafına yapılmış diğer konakları..

En azından akşam güneşi tam batmadan da olsa Karabük'ü günyüzü ile bir görelim ısrarım yüzünden alelacele yediğimiz yöresel yemeklerden bilhassa "penuhi" denilen mantıyı (kıyma yerine hamurun içine yoğurt şırınga ediliyor) beğendim. "Banduma" denilen tavuk haşlamalı diğer yemek çeşidini de bizimkiler pek bir beğendi. Lakin ben pek tutmadım. Zira tavuk eti pek tarafımca makbul değildir.

Günün son aydınlığında da olsa Karabük'ü görüyoruz. Cumhuriyet kenti şehir sonradan yapılma ve bize mahsus betonarme yapılardan oluşan yeni bir yerleşim.

Bu haliyle sanayii dolayısıyla Roma'dan bu yana bulunduğu mahalde hep önemli bir yer tutmuş Safranbolu'nun önüne geçmiş gibi görünüyor Karabük.

Lakin kadim kent asla teslim olmuş değil sanayi destekli modern şehire ve yeniye. Tarihin derinliklerinden aldığı güçlü değerleriyle hayata sımsıkı tutunmaya devam ediyor.

Şehrin ruhu... Bir şehir ki ruhu varsa ancak şehirdir işte Safranbolu ruhu olan şehirlerden bu ruhu görmek bilmek tanımak ve yakalamak zor değil Hem de hiç zor değil sadece biraz şehri sevmekle ilgili ve yeterli bir şehri severseniz ancak o zaman şehrin ruhu size kendini gösterir.

Safranbolu'yu sevdim bu ilk karşılaşmamızda sevdim henüz güneşin yeni doğduğu alacakaranlıkta bir tepesinden aşağı inen taş kaldırımlı dar sokağın başında baktım doğan güneşe ve sevdim indim kıvrılan yol boyunca heyecanla aşağıda serin serin akan derenin şırıltısı unda buldum, duydum ruhunu ve sevdim.

Tüm çocukları şehrin modern kısmının albenisi ne kalıp kendisini terk ettiğinden yalnızlığını bağrına basıp günde evinin önünü süpürmeye çalışan yaşlı teyzenin hüzünlü yalnızlığında buldum O ruhu ve yine sevdim..

Alt katları taştan beyaz badanalı ahşap konakların her biri birbirinin aynısı yemiş gibi görünse de aslında hiçbiri diğerine benzemeyen orijinalliklerinde buldum o ruhu ve kayboldum da sevdim..

Etraftaki bağ-bahçe boyunca uzanan küçük çaya lebiderya olmuş konakların güngörmüş zevk-i selimlerinde gördüm o ruhu ve sevdim..

Yazın kuruyan suyunu "kaçtı" sanarak çeşmesine Kaçak Pınar mahalline Kaçak mevki ve harikulade bir kemer köprü ile çayın üzerine kurulmuş ona nahif, zarif ve Latif mimarisi ile "Lütfiye camii" ni dahi "Kaçak Camii" yapan masumiyeti okudum ve sevdim.
OGÜNhaber