Kasırdan Konağa (1)

"Kasr-ı Hidiv’de Açan Gül-i Beyza"

Gördüm Kasr-ı Hidiv’de açan bir gülsün..
Dergah-ı Sinan’dan nûş eylemiş sümbülsün..
İstemem ân-ı vahit dahi gönlün üzülsün..
Dilerim Mevla’dan ki hep yüzün gülsün..

....

Farkında mısınız bilmiyorum ama bu ‘pastırma yazı’ da biz Âdemoğulları gibi yolunu şaşırdı. İstanbul’un havasına güven olmaz diyenler ne doğru söylemiş. Ekimde beklediğimiz yazdan kalma günler bu sene de gecikti. Ekim ayı neredeyse kasımmış gibi serin ve hatta soğukta geçti. Ekime yakıştırdığımız yazdan kalma sıcaklar da, nam-ı diğer pastırma yazı da ekim sonu kasım başına sarktı.

Bizim hanımefendinin tevellütü Ekim 23. Hal böyle olunca İstanbul’da bir temaşa ederiz diye verdiğim sözü Ekimdeki bu serin havalara kurban ediyorduk az daha. Neyse ki 2021’in bir Cumartesi gününe tesadüf eyleyen Ekim 23 hanımefendiye mahcup etmeyecek kadar da olsa güneşli bir sabahla selamlayıverdi bizi.

Yaklaşık dört beş senedir; eğer ki müdürlüğünü yaptığım okulda bir sınav ve benzeri mecburi görevim yoksa, hafta sonları ihtiyarî vazife istemiyor, kabul de etmiyorum. Yaş yavaş yavaş da olsa kemale erdiğinden midir, kendi çapımızda maddi olarak şükrenlillah bir rahatlığımız olduğundan mıdır bu tür ekstra görevlerle hafta sonunu geçirmek artık bana zor geliyor. Hafta içlerinde zaten yeterince yorulduğumuz günlerin sonunda kahvaltısından sair meşgalesine kadar iki günün tamamen bana ve yakınlarıma özel olmasını daha uygun görüyorum.

Tabiatım itibariyle de evde vakit geçirmeye alışık olmadığımdan hele ki hava da uygunsa İstanbul’un envaı çeşit güzelliklerinin peşine düşmekten, şehri yakalamaya çalışmaktan, şehre dahil olmaktan muazzam keyif alan birisi olarak hafta sonları, çok güzel fırsatlar sunuyor bana. İşte hem bu genel itiyadım hem de günün hususi özelliği dolayısıyla 23 Ekimin cumartesiye tesadüf eden güneşli sabahının kahvaltı sonrasında planlamayı yaptık.

Boğaza gidilecek ve bir teşehhüt miktarı kadar olsun tenezzüh edilecek. İstikamet Hidiv kasrı.

Doğrusu kadim şehre yol almaya karar vermişsem isterim ki yine şehrin kadim semtlerinden geçerek gideceğim yere vasıl olayım. Şehr-i kadim ile güzergâh boyunca olsun hemhal olmak güzel lakin bu Şehr-i azizin trafiği de pek çetin. Bundan dolayı işi şansa bırakmak olmaz aksi güzel başlayan gününüzün yoğun şehir trafiğinde artan sinir stres katsayılarından dolayı daha başlamadan heba olmasıdır.

O halde navigasyona bakılacak ve trafik uygunsa/olmadı idare ediyorsa şehrin merkezinden rota çizerek hedefe ulaşılacaktır. Değilse yapacak bir şey yok. Biraz daha uzakça ve tuzlu da olsa yeni yetme Kuzey Marmara güzergâhına mecburi giriş yapılmalı ve şehrin kadim ama trafiği çetin merkezinin dışından dolaşılarak gidilecek yere ulaşılmalıdır.

Biz de öyle yapıyoruz. Daha tuzlu, dolambaçlı, yolumuzu uzatıyor da olsa Kuzey istikametine yönelip Beykoz - Şile ormanlarının içinden geçerek boğaza nazır kasra varıyoruz.

Yol boyunca hanımefendi ile ortak noktamız / ortak zevkimiz olan Alaturka FM ya da TRT Nağme’den yansıyan, bazen tam klasik, bazen moderne çalan hatta artık kimi zaman taverna müziğine kadar uzanan şarkılar bize eşlik ediyor. Şarkılarla beraber mazi, mazi ile beraber uzun geçmiş beraberliklerimiz canlanıyor ikimizin de hafızasında.

İBB’nin Beltur firması tarafından işletilen Hidiv Kasrı güya ki gezmeyi sevdiğini, hele ki İstanbul’da gezmedik tarihi bir yer bırakmadığını iddia eden fakirin nedense çok uğrak yeri olamadı. Kendim az gelmekle kalsam iyi. Gördüğüm/gezdiğim mekânların kahir ekseriyetine götürmüş birisi olmama rağmen aramızdaki ufak diyalogdan anlıyorum ki refik-i hayatımı Kasr-ı Hidiv’e hiç getirmemişim.

Bu mahcubiyetle bahçesine dâhil olduğumuz kasrın uygun bir alanına aracı park edip tarihi mekâna doğru teveccüh eyliyoruz.

Tevcih ediyoruz etmesine de heyhat! mekân kapalı. Kasır tadilattaymış. Çocukluğumdan kalma çizgi film taklidi bir tepki ile "Hay bin kunduz!" diyesim geliyor ama içimde kabaran isyanı "la havle" ile geçiştiriyorum.

Evlilik öncesini de dâhil edersek 30 yılı aşkın can yoldaşlığı mı yapan hanımefendiyle şimdiye kadar hiç birlikte görme şansını bulamadığımız kasıra beraber ilk gelişimiz ve Mısırlı Hidiv ailesinin tarihi yapısı tadilat dolayısıyla kapalı.

Üsküdar-Beykoz yolu üzerinde Boğaz’ın meşhur korularından Çubuklu Korusu’nun tam zirve noktasında Mısır valilerine verilen unvan olan Hidiv ismi ile müsemma “cihannüma” denilen seyir kulesiyle de meşhur kasrın bize yaptığına bakar mısınız?

Peki, ne yapacağız? Ele geçmezse sevdiğimiz çare ne? Eldeki ile yetineceğiz.

Bu hocamız rahmetliden ilk defa ve çok defa duyduğumuz kadim deyişle konuyu hazır buraya getirmişken ve hele de şehirle ilgili bir şey yazıyorken rahmetli aziz hocam Haluk Dursun’dan bahsetmemek olur mu? Olursa beni mazur görün ama bu büyük bir edepsizlik olur. Bu edepsizliğe duçar olmayalım ve büyük medeniyetimizin aziz adamı, azim değerlerimizin vefakâr ve dahi cefakâr emekçisi hocamızla konunun ilgisine geçelim.

Efendim üniversite sıralarında hocamız bizlere İstanbul’un her türlü kültürel/tarihi/ doğal /insani özellik ve güzelliklerinden sürekli bahsederdi. Sözün Boğaz’a akıp Göksu’ya uzandığı ve eski Boğaziçi günlerinin derse mevzu olup Beykoz’a / Çubuklu ‘ya dolayısıyla Hidiv Kasrı’na kadar da zaman zaman geldiğini hatırlıyorum.

İş bu öğrencilik dönemimiz 1996 yılına kadar İstanbul’un pek çok tarihi yapısını Türkiye Turing ve otomobil kurumu adına restore ettiren sonra da buraları işleten hocamız gibi kendisi de rahmetli olan Çelik Gülersoy’dan matbuat âleminde ve medyada oldukça sıklıkla bahsedilen bir zamana denk geldiğinden rahmetli Haluk Hoca da derslerde hem TURİNG ’ten hem de Çelik Gülersoy Hoca’dan hep sitayişle söz açıyordu.

1994 yılında Türkiye’nin pek çok şehri gibi payitaht şehri İstanbul da Refah Partili belediyelerce seçim kazanılarak yönetilmeye başlanmıştı. İstanbul büyükşehir Belediye Başkanı olan şimdiki Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan yönetimi de 1996 yılında belediyeye ait olan ve TURİNG tarafından işletilen mekânların ( Fethi Paşa Korusu, Çamlıca Tepesi, Hidiv Kasrı, Florya Sosyal Tesisleri vb. ) adı geçen kurumla sözleşmesini feshetti. Hidiv Kasrı’nın da içinde yer aldığı bu tesislerden bir kaçının idaresi için de Belediye’ye bağlı Beltur kuruldu.

Bütün bunlar yapılırken Belediye reisimiz Tayyip Erdoğan’ın iddiası:

"Biz buraları halka açacağız. Bu tarihi mekanları bir küçük azınlığın girip çıktığı, yiyip içtiği (Buna dikkat!!!) yerler olmaktan çıkarıp tüm İstanbullu vatandaşlarımızın hatta bütün Türkiye’nin kullandığı mekanlar haline dönüştüreceğiz." şeklindeydi.

Malum medya ve avenesi kıyameti kopardılar. Yıllardır kendilerinin tapulu malıymış gibi bir küçük mutlu azınlık olarak kullandıkları bu İstanbul’un güzide mekânlarının geniş halk kitlelerine açılmasından dolayı içlerinde yer tutan millet düşmanlığı depreşti.

Bütün bunların üzerine Belediye reisimiz Tayyip Bey bu mekânlarda artık alkol ve türevlerinin de satışının yapılmayacağını açıklayınca ise malum zümreler tamamen zıvanadan çıktılar. İşi “irtica hortladı!” absürtlüğüne kadar da götürenler oldu.

Bu tartışmaların olduğu dönemde şahsım adına en çok üzüldüğüm şey; hem İstanbul’da hem de Türkiye’de tarihi eserlerin ihyasına büyük emekleri geçen rahmetli Prof. Dr. Çelik Gülersoy’un ve başkanlığını yaptığı TURİNG ‘in gereksiz ve akıldan uzak bu tepkilerden mütevellit bizim camiada yanlış tanınmış olmasıdır.

 Pek çok hususta olduğu gibi TURİNG konusunda da böyle düşünmeme sebep olan en büyük amil yine merhum Haluk hocamızdı. Zira kendisi de bu his ve fikirde olarak Çelik Gülersoy Hoca’dan ve başkanlığını yürüttüğü TURİNG ‘den minnet, şükran ve ihtiram ile bahsederdi. Bilhassa da “ İstanbul Kitaplığı “ adı altında tarihi şehrin geçmişinden günümüze kadar taşıdığı büyük değerleri neşriyat âlemine kazandıran çalışmalarından dolayı TURİNG ‘den ve Çelik Gülersoy’dan derslerde hep övgü ile söz ederdi.

Üstteki cümlelerimden dolayı zannedilmesin ki hocamız Tayyip Bey ve ekibinin Büyükşehir Belediye tesislerinin yeni bir bakış açısıyla İstanbul’a kazandırılmasına muhalifti. Böyle bir durum asla söz konusu edilemez. Hatta yanlış da hatırlamıyorsam bizim camianın öncü büyüklerinden rahmetli Mehmet Şevket Eygi’nin Çamlıca ve Fethi Paşa tesislerindeki mekânların restorasyonu ve buralardaki yiyecekten ( bu mekânlara özgü simidin yapımında) içeceğe ( alkol zaten kaldırılmıştı ama bunun dışında buralarda kola vb. gazlı içeceklerin yerine kadim meşrubat geleneğinden yararlanılması konusunda ) kadar pek çok konuda yaptığı büyük danışmanlık katkılarında Haluk Hoca üstatla ( İkisi de Galatasaray Lisesi mezunu olduklarından dolayı da ayrıca ) istişare halinde ve fikir birliğindeydi.

Millete ve memlekete çok şeyler kaybettiren kısır tartışmalardan sonsuzca rahatsızlık duyan ve bu beyhude işlere asla prim vermeyen hocamız bize de sürekli aynını tavsiye ederdi. Hiçbir konuda bağnazlığı, cahilce taassubu ve körü körüne itimadı/ husumeti/ inancı tasvip etmez; tarih ve medeniyet konularının siyaset de dâhil başka mecralara kurban edilmesine kat’i surette rıza göstermezdi. Siyaset kurumuna asla burun kıvırmaz ve akademik körlük içerisinde kaybolmuş bazı halktan kopuk hocalar gibi tepeden de zinhar bakmazdı. Siyaseti ve siyasetçiyi tabii ki çok önemserdi ama temel ülke siyasetinin politikaya duçar kılınıp kısır siyasetin tarih ve medeniyet gibi bir milleti millet yapan ortak değerlerimizin önüne geçirilecek denli abartılmasına ise hep karşı olmuş ve bunları bize de sürekli salık vermişti.

Gördünüz mü yaptığımı?

Yine tarihten, medeniyetten hatta siyasetten dem vurduk ve doğum günü bahanesiyle olsun güya bir lahza huzur almaya getirdiğimiz baş tacımız Hanımefendi’yi unuttuk.

Alın size siyasetten de tarihten de mühim ve her türden şeyin fevkinde bir sorun.

Ne olacak peki şimdi.?

Ne mi olacak?

Edebiyatın kadın ruhu da dâhil her nev’iden sorunun üstesinden gelen gizli gücünü devreye sokmanın tam zamanıdır bence hem de hiç vakit kaybetmeden.

Yazının hemen başında yer verdiğim ve Hidiv Kasrı’ndan mülhem yazdığım şiiri kendisinden habersiz aile WhatsApp grubumuzda neşredince Hanımefendiyle aramızda olması muhtemel bu küçük sorun şiirin lahuti gücü sayesinde hallediliverdi.

İçinde kadın olan her mevzuda olduğu gibi bu en mühim meseleyi de suhuletle hallettiğimize göre biz 'Kasr-ı Hidiv'de açan gül’ün izini sürmeye devam edebiliriz…

Yukarda da arz ettiğim gibi tarihi yapı tadilat dolayısıyla kapalı ama kasrın bahçesinde açık havada da olsa küçük bir mekân açılmış. Kasır gibi kendisi de tarihi olan bir ağacın (fıstık çamıydı galiba!- bu söze de rahmetli Haluk hoca çok kızardı. “Ağaç ne demek evladım. Bunun bir ismi/ cismi ve dahi cinsi yok mudur ki ağaç deyip geçiyorsunuz.” der ve beni bir güzel paylardı.) gölgesine denk gelen masaya oturup sıcak çaylarımızdan yudumluyor ve kendisine yazdığım şiiri birlikte tefsir ediyoruz hanımefendi ile..

Koca Mustafa Paşa doğumlu, semtin sahib-i manevisi Sümbül Sinan Hazretlerinin makamının bulunduğu Sümbül Efendi Kız Kur’an Kursu mezunu bir İstanbul çocuğu olan hanımefendinin şiirde kastettiklerimi anlaması tabii ki zor olmuyor.

Çaylar bitti, hava güzel. Öyleyse tarihi kasrın etrafında bir temaşa belki atmosferin derinliğine vakıf olmamızı kolaylaştırabilir diye düşünüyoruz.

Hem yürüyor, tarihi Çubuklu Korusu içinden ayrı bir naz u endam ile uzanan Boğaz’ın mavi derinliklerini izliyor, hem de ‘Serdeki tarihçilik peşimizi bırakır mı?’  mekânın ve kasrın sahibi Mısırlı Hidiv ailesinden konuşuyoruz. Daha doğrusu ben konuşuyorum hanımefendi de yüksek bir ilgiyle dinliyor.  Oldum olası da tarihten edebiyata/ siyasetten umumi genel mevzulara değin uzanan nutukları mı hiç sıkılmadan/ dikkatini bozmadan hep ilgi ile dinlemiştir, sağ olsun.

Çok uzun olmayan yürüyüş parkurunu insan kalabalıkları biraz fazla olsa da Çubuklu korusunun bize yeten tabii dinginliği içerisinde iki defa turluyoruz. Bu süre zarfında Osmanlı Mısır ilişkilerinden başlayıp Milli şairimiz merhum Akif’e kadar uzanan sohbet de adeta bizimle birlikte yürüyor.

Malum Türkiye’de resmi makamlarla arası açılınca Milli şairin Mısır’a hicretinde Hidiv ailesi kendisine kucak açmıştı. Bu mevzudan Mehmet Ali Paşa’nın okuma yazma bilmeyen Kavalalı bir acemi asker olarak geldiği Mısır topraklarında Fransızlardan aldığı güç/destek ve cesaretle ‘Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı’ olarak tarihe geçen vakayla da devlete kafa tutacak denli ileriye giden ikbaline kadar geniş bir tarihi dönemi bir yürüyüş anının kısalığına sığdırarak hülasa etmeyi başarıyorum.

Bu arada rahmetli hocamızın ‘İstanbul’da bülbül en güzel nerede dinlenir?’ şeklinde sorulan suallere verdiği cevapların en başında yer alan “Çubuklu Korusu” yanıtını da bu  tarih sohbetinin arasına sıkıştırıyorum.

Gün özel bir gün, mekân güzel bir mekân, sohbet oldukça koyu. Lakin en güzel sohbet de olsa maalesef ancak ruha gıda oluyor, ya bu kör nefis, bu beden kendi gıdasını istemekten vazgeçer mi? Tabii ki de geçmiyor ve zil çalarak mideyi ajite ediyor.

Kasrın restoran kısmı tadilattan kapalı, dışarda büfe kısmında yenebilecek şeyler ise çok mahdut. O zaman bu diyardan başka bir diyara diyor ve istikameti Avrupa Yakası’nın tenezzüh yerlerinden birisi olan bir diğer Belediye Sosyal tesisinin yer aldığı Florya’ya çeviriyoruz.

Günlerden cumartesi ve bizim Reis-i Cumhur’un halka açtığı bir mekân olarak Florya Sosyal tesislerinde yer bulmak kolay değil. Hanımefendinin ‘Olsun bir şey olmaz, bekleriz!’  diye yönlendirmesine rağmen buradan vaz geçip sosyal tesislerin hemen yanı başındaki Hatay’ın yöresel lezzetlerini ustalıkla mutfağa yansıtmayı başaran bir başka restorana karar veriyoruz..

İyi ki de vermişiz. Humusundan yoğurtlu çorbasına, kebabından Gavurdağı salatasına tam bir Antakya esintisi bizi karşılıyor.

Böylece bir taraftan yıllar yıllar öncesinden ekmeğini yiyip suyunu içme bahtiyarlığına eriştiğimiz Antakya lezzetleriyle kifaf-ı nefs eyleyip diğer taraftan da  batan güneşin deniz manzaralı restorana bıraktığı lacivertten mora, turkuazdan eflatuna renk cümbüşleri ile dolan ortamın güzelliğine bırakıveriyoruz kendimizi..

1998’de ilk öğretmenliğim dolayısıyla önce benim ardından evlenerek eşim olmuş refik-i canımın ortak olduğu Hatay günlerimizin çoğu büyük neşe ve sürurla geçmiş hatıralarının verdiği keyfin yöresel lezzetlerin damağımızda bıraktığı tadı daha da büyüttüğü mekândaki tek sıkıntımız mahdumların yanımızda olmayışı.

Biri üniversite diğeri lise 3. Sınıf öğrencileri olmak hasebiyle artık ana/baba kuzusu olmaktan çoktan çıkmış olmalarına rağmen yine de oğlanlardan ayrı bir doğum günü kutlaması beni fazla değil ama hanımefendiyi her zamanki gibi rahatsız ettiğinden garsonun tatlı olarak ne alırsınız sorusuna:

"Bir şey almayacağız!" demek zorunda kalıyoruz.

Zira Antakya’nın tadı dünyaya yayılmış künefesini olsun çocuklardan ayrı yemeyi kendisine ve tabii ki bu fakire uygun görmüyor hanımefendi.

Eve yaptırıp oğlanlarla birlikte yiyelim teklifime ise “ Soğur ve tadı kaçar!” haklı itirazı ile karşı çıkınca maalesef lezzette hitamın son noktasını koyamadan Antakya usulü restorandan ayrılıyoruz.

Artık gün batmış ve akşam karanlığının çöktüğü İstanbul caddeleri araç yoğunluğundan ışık seline dönüvermişti. Eve doğru araçla çok hızlı denilemeyecek bir vaziyette eski tabirle ‘aheste beste’ seyr ü sefer ederken radyo yine alaturka şarkılara ayarlıydı. Yansıyan nağmeler günün anlam ve önemini biraz aşınca radyoyu kapatıp telefona yüklediğim MP3’lerden seçkilere dönüverdim. Müzeyyen Senar okuyordu nev’i şahsına münhasır bir tarz u eda ile..

Gelse o şuh meclise naz u tegafül eylese..

Reng-i hicabı gülşen-i meclisi gül gül eylese..

Ta’n-gerî riyaz-ı huld olur idi.

Âşık-ı zârı gülşen-i vaslına bülbül eylese..

Yazının bitmeye yüz tuttuğu şu demlerde sabırsızlanıp:

"Peki her şey tamam da 'Kasr-ı Hidiv'de açan gül-i beyza'ya ne oldu?' dediğinizi duyar gibiyim.."

Artık mevsim sonbahar. Açan gülleri, sümbülleri, laleleri, nergisleri temaşa için nevbaharı beklemek lazım desem ikna olmayacak ve bana kızacaksınız.

‘Arife tarif’ densizliği gibi olacak ama o halde yazıyı üslub-u münasibince tamamlayalım.

Kasr-ı Hidiv de açan gülü meraklısı her dem bulabilir, lakin muhabbet bağına yalnız girilmez. Muhib ola ki muhabbet hâsıl ola. Ol sebepten nâşî ve de mütevellit refîk-i âlîniz olan cananınızla birlikte şenlendirin gülşeni. Böylece bu gülistanda açan gül-i beyzayı sağı solu fazla araştırmanıza da gerek kalmadan hemencecik yanı başınızda buluveresiniz.

'Kasr-ı Hidiv de açan gül-i beyzayı uzakta aramayın ey dostlar. O her dem sizin yanınızda, yanı başınızda. Bazen refik-i hayatınız, kimi zaman gözbebeğiniz evladınız, bazı zaman sağ ve salimlerse sizi büyüten hadimi olmaktan müşerref olduğunuz ebeveyniniz, kimileyin de her derdinize ortak ettiğiniz dostunuz/arkadaşınızdır beyza güller.

Hatta bazen de hiç kimseyi bulamışsınızdır ve ‘Bir ben vardır bende benden içeru!' deyip herkesten özge dost eylediğiniz bir "siz" vardır sizi asla yalnız bırakmayan. Belki de kimselerle muradına eremediğiniz gülşenin en beyaz gülünü birlikte derlemek işte o an-ı vahitte tensip buyurulur "siz"e kim bilir?

OGÜNhaber