Ayasofya Cami'-i Kebiri'nin ibadete açılmasının hatırlattıkları..!

"Mahzun Ayasofya
Ulu mabed, neye hicrana büründün böyle,
Fatih’in devrini bir nebzecik olsun söyle!
Beş vakit loşluğunda saf saftık,
Davetin vardı dün ezanlarda,
Seni ey mabedim utansınlar,
Kapayanlar da, açmayanlar da!.."

Arif Nihat Asya

Reşadiye Devlet Hastanesi’nde Diyalize giren babamı Hemodiyaliz bölümüne bıraktıktan sonra ilçe merkezinde oturacak şöyle sakince bir yer nerede bulabilirim diye düşünmeye başladım. Bir müddet sonra şehir merkezinde aradığım keyfiyette bir yer bulamayınca ilçenin hemen yanından serin serin akarak geçen Kelkit Irmağı kenarında nefes alıp tefekkür edebilecek bir yer bulmak ümidiyle nehir kenarına doğru indim. Baktım ki hem merkeze yakın hem akan ırmak suyunu sıfır noktadan seyredebileceğim bir mekân açmak kamu olarak Reşadiye Belediyesi’nce de, serbest piyasa şartlarında özel müteşebbislerce de düşünülmemiş.

Ne yapalım, biz de zaten yürümek için fırsat arayan bir tabiata sahip değil miyiz? Maatteessüf hiçbir tarihi ve mimari hususiyeti olmayan,  Reşadiye’mizi Erzurum Kars’a kadar uzanan tarihi ipek yolu üzerine inşa edilen “Çevreyoluna” bağlayan köprünün üzerinden geçtim. Biraz daha yürüyerek karşı taraftaki şehirlerarası otobüslerin mola verdiği tesislere ulaştım.

Burası tam aradığım gibi. Yani hem Niksar- Amasya istikametine doğru nazlı nazlı akan ırmak sularının serinliğini hissedebileceğim kadar suya yakın, hem de sabah saatleri olduğundan çok sakin. Hava rüzgarlı ve parçalı bulutlu olduğundan ötürü de yayla çocuğu olduğumuz için bunaltıcı sıcağından hep ürktüğümüz Reşadiye hiç alışık olmadığımız nispette de serin..

Gölgesine oturduğum atkestanesi ağacının ve işletmenin ahşap yapılı kamelyasının bu tatlı havaya kattığı serinlik de ayrı bir mülayimlik veriyor mekâna ve konuma.

Binaenaleyh sadece bugünlerin değil son yüz yılın ve yalnızca bizim ülkemizin/Alem-i İslam’ın değil Ortodoks-Katolik tüm Hıristiyan aleminin dikkatini fazlasıyla çeken Ayasofya Cami’-i Kebir’inin müzeden camiye tebeddülünün fakirde izhar ettiği mülahazalara geçmeye artık tüm şartlar müsait...

Yukarıda alıntıladığım şiirinde Bayrak Şairimiz rahmetli Arif Nihat Asya’nın da dile getirdiği gibi Ayasofya’nın 86 yıllık mazlumiyeti ve mahsuniyeti, Reis-i Cumhurumuzun geçenlerde attığı bir imzayla nihayet buldu. Böylece Ayasofya’nın camiye çevrilmesi de Fatih’in emanetinin farkında olan nesiller olarak hepimizi ziyadesiyle sevindirdi.

Maneviyatımız itibariyle çok hayırlı, tarihimiz yönüyle de pek yerinde bu muazzam işe eminim ki en çok sevinenlerden biri de, ömrünün önemli bir bölümünü Sultan Fatih’in yadigârı bu kutsal emanete müdürlük yapmak suretiyle hizmet ederek geçiren rahmetli hocamız Prof.Dr. Ahmet Haluk Dursun’dur.

Bu düşünceyle bir araştırmaya girince hocamızın Derin Tarih dergisi sahibi Mustafa Armağan’a yıllar önce verdiği röportajı buldum. Röportajı okuyunca gördüm ve bir kez daha fark ettim ki bu “ Ayasofya Camii Kebir’inin Camiye yani aslî hüviyetine dönüştürülmesi” manevi alemde de olsa tabii ki de en çok rahmetli aziz hocamızı memnun ve mahzuz eylemiştir..

Galiba Marmara Tarih Öğretmenliği 1.sınıftaydık. Hocamız Bizans ve Batı Avrupa Tarihi diye bir dersimize giriyordu. Derste zaten müfredat gereği Bizans eserlerinden çokça bahsederdi. Hem bu ders kapsamında hem de genel olarak İstanbul’u tanıtmak gayesiyle merhum hocamız biz yeni yetme tarih öğrencilerine tarihi yarımada gezisi tertip etmişti. Gezi esnasında tabii ki hocamızın engin bilgileri eşliğinde Ayasofya’ya da bir ziyaret gerçekleştirmiştik. Biz mezun olduktan yıllar sonra kısmet bu ya merhum hocamız da o çok çok önem atfettiği yapıya müdür yapıldı. Röportajda da ifade ettiği üzere aziz hocamızın Ayasofya’daki tüm müdürlük yılları bu büyük eserin hem tarihi ve daha da fazla olarak hem de İSLAMÎ keyfiyetinin ortaya çıkarılmasına yönelik araştırmalar ve bu araştırmaların ışık tuttuğu uygulamalarla geçti. Diyebiliriz ki, Ayasofya Müze Müdürü iken rahmetli hocamızın bütün iddiası; şadırvanından sebiline, haziresinden türbelerine, medresesinden imaretine, gayesinin dışında kullanılan ve hocamızın sayesinde asıl amacıyla kullanılmaya başlayan Sıbyan Mektebi’nden rasathanesine ve sırlarla dolu “ Ya Fettah” yazılı kapı tokmaklarına kadar bir bütün olarak eserin “ Osmanlı Külliyesi” olduğu ve bu veçhiyle bir “İslam mabedi” olduğu gerçeğini dâhili ve harici tüm ziyaretçi ve ilgililere göstermekti.

Ayasofya müştemilatındaki Sıbyan Mektebi’ni aslına nasıl rücu’ ettirdiğine dair ise bahsi geçen röportajda rahmetli hocamız şöyle diyor: ”Bakanlığa yazı yazdım ve müdüriyet lojmanının aslına döndürülmesini, müdür olarak haklarımdan feragat ettiğimi, aslına uymayan ilavelerin derhal yıkılması ve oranın Ayasofya araştırmaları merkezi olarak kullanılması gerektiğini belirttim. Teklifim kabul edildi. Yasal bir düzenlemeyle eski haline dönüştürüldü. Fazladan ilaveler silindi ve dershaneye çevrildi. Bugün orada Ayasofya dersleri veriyorum. İlk dersi de sıbyanlara (çocuklara) yaptık. Ayasofya Konuşmaları halen devam ediyor. Periyodik olarak Ayasofya’da gezi konferansları düzenliyoruz. İlk önce mektebi tanıtıyoruz, böylece yaşları kaç olursa olsun bir Ayasofya dersi dinlemiş oluyor insanlar.” 

“Bir tarihçi olarak, o dönemi bir ‘cinnet ve boşluk dönemi’ olarak görüyorum. Bir inkıta’, bir kesilme ve kırılma dönemi... Yani aklın ve muhakemenin ortadan kalktığı bir dönem... O dönemi yargılamak, değerlendirmek bile doğru değil. O dönemde Ayasofya’nın müzeleştirilmesinde dışarıdan bazı enstitülerin çok büyük tesiri vardı.” Rahmetli hocamızın genelde Cami’-i Kebir’in müzeye dönüştürülmesi özelde ise Ayasofya Medresesi’nin yıkılması hususlarında o dönemin uygulamalarını fevkalade bir hakikat ve belagatle ifade edip eleştirdiği şu cümleler; büyük hizmetler yaparak bir İslam Mabedi özelliğini ısrarla vurgulamaya çalıştığı bu eserin aslına çevrilerek müminlerin ibadetine açılmasıyla manevi alemde çok sevindiğinden zaten kuşku duymadığımız hocamız bugün yaşasaydı ve dünya gözüyle de eserin cami’e çevrilmiş olmasını müşahede eylemiş olsaydı nasıl ve ne kadar hoşnut olurdu ispat eylemeye yeter de artar bile..

Bu arada aziz hocamızın Türk Tarihi ve Medeniyetine dair yoğun mesaisini sürdürdüğü zahmetli, yorucu ve çilekeş ama milletimiz açısından çok büyük bir kıymeti haiz çalışmaları esnasında kaderin cilvesi elim bir kazayla talebelerini yetim bırakarak bu dünyadan terk-i can eyleyip vuslata erdiği zaman Reis-i Cumhurumuzun da bizzat katıldığı Sultanahmet Camii’ndeki cenaze namazına nasip olmuş katılmıştım. Namaz öncesinde hocamız için okunan salaların Ayasofya Camii Kebiri’nin minarelerinden yankı bulduğunu duymak bir talebesi olarak fakiri ne kadar hüzne gark edip mahzun kılmış olsa da bir değerin kıymet bulması kabilinden aziz hocamızın ruhunun şad olduğunu bilmek dolayısıyla o kadar da memnun etmişti.

Ayasofya her ne kadar bir Ortodoks-Hıristiyan eseri olarak dünyaya gelse de nasıl ki bir insan annesinden doğduğunda Hıristiyan vb. olsa da bu o kişinin sonradan ihtida şerefine nail olmasına mani değildir. İşte bunun gibi Ayasofya da aynen Konstantinopolis’in Feth-i Mübin ile İSLAMBOL yapılışı gibi Feth’in büyük komutanı Sultan Fatih’in “ KILIÇ HAKKI” olarak aklının, ilminin, irfanının ve bileğinin gücü olarak sonradan kiliseden camiye çevrilmiştir. Böylece de Ayasofya, tabir-i caizse ihtida eylemiş ve İslam’la şerefyap olmuş bir İSLAM MABEDİ özelliğini kazanmıştır.

Ezcümle bu vesileyle rahmet-i rahmana uğurladığımız hocamızı tekrar hayırla yâd ediyorum.“ Ayasofya Cami’-i Kebiri’nin İbadete Açılması “ dolayısıyla da, başta Reis-i Cumhurumuz olmak üzere emeği geçen herkesi milletçe tebrik ediyoruz. Allah sa’y u gayretlerinden, mücadele ve mücahedelerinden dolayı kendilerinden razı olsun. Bizleri ve tüm neslimizi de Fetih’e, Fatih’e, Feth-i Mübin’in yadigârı Ayasofya Cami-i Kebiri ‘ne layık evlatlar eylesin. Amin.

OGÜNhaber