Bugün Akdeniz'de tansiyonlar yükseldi ise içinden çıkılması, daha doğrusu barışçıl bir yol, diplomasi ile çıkılması çok zor ve karmaşık bir durum yaşıyoruz.
Türkiye, sıcak bir savaşın hiç olmadığı kadar yakın.
Ve bu durumun bugün bu şekilde gelişmesinin sebebi, Lozan anlaşması ve hiç kimsenin asla anlamadığı, adaların Yunanistan'a verilişi yapar.
Şimdi, hiç ırım kıyım yapmadan, objektif olarak değerlendirsek, bu yukarıdaki cümlenin çok yerinde olduğunu göreceğiz.
Malum, Yunanistan AB'nin şımarık çocuğu, ancak batık çocuğu, ekonomisi çökmüş, bitmiş bir ülke.
Tek başına, bulunduğu coğrafyada üç gün ayakta kalmaya kudreti asla yok.
Almanya, her zaman yaptığı gibi, yine sinsi bir siyaset peşinde.
Masada Yunanistan lehinde bir oyun oynadı ve bu oyun, şimdiki gerilime doğrudan yol açtı.
İşin sihirli sözcüğü "Münhasır Ekonomik Bölgesi!"
Anahtarı ise Anakaramızın burnunun dibindeki adalar.
Türkiye, Libya ile bir "Kıta sahanlığı anlaşması yaptı".
Çünkü Deniz sahası sınırları var.
Yunanistan ise daha önceden de denediği gibi Anakara deniz sahasından değil de adaların yani Rodos ve Girit adalarının kıyı sınırlarını kullanarak, bu kez de Mısır ile Münhasır Ekonomik Bölge anlaşması imzaladı.
Bu anlaşma, uluslararası hukuka aykırı ve Türkiye'nin Anakara sınırlarını tanımama eylemidir, gülünçtür, asla kabul edilemez.
Bunun arkasında Almanya'nın nezdinde AB var.
Merkel'in arabuluculuk yapma oyunu da bunun bir parçası idi ve Meis Adası'nın sınırlarını da içine alan NAVTEX ilanımızın geri çekilmesini sağladı.
Hoş pek uzun sürmedi, çünkü Yunanistan, her zamanki Yunanlılığını yaptı.
Tüm bu olayların içine bir de Kıbrıs meselesinin var olduğunu düşünürsek, işin çıkmazlığını daha iyi anlarız ve arkasında yaran niyeti de.
Tüm mesele, sadece Mavi Vatan, yani denizler ile denizlerin içindeki gaz, petrol ile sınırlı değil asla.
İşin içinde bir de hava sahası var.
Velev ki Yunanistan, bu adalar bazlı münhasır ekonomik bölge olayı ile başarılı olur ise hele de Kıbrıs'ı kaybedecek olursak, AB ülkeleri Türk hava sahasını ekarte etme eylemine gidecek.
Uçuş rotalarını Yunanistan üzerinden gerçekleştirecek ve tabii buradan elde edilen senelik bir, bir buçuk milyar dolarlık geliri de Yunanistan almış olacak!
Türkiye'nin Libya ile yaptığı anlaşma, BM tarafından, kabul edilerek, defterlere eklendi.
Yani %100 meşru!
Yunanistan / Mısır anlaşmasının ise böylesi bir şansı yok.
Atina yönetimini, "isterseniz Lahey mahkemesine gidelim" diye, yeni ve komik bir teklif getirdi.
Lahey mahkemesinin AB mahkemesi olduğunu, buradan asla ve kata Türkiye lehine bir kararın çıkmayacağı, ayın ondördü gibi meydandadır.
Amaç, gayri meşru olan münhasır ekonomik bölge anlaşmasına meşruiyet kazandırmak ve en önemlisi, adalar meselesine meşruiyet kazandırmaktır.
Yani mesela Bodrum Turgutreis'de sahilden baktığınızda, Sakız adasında denize girenlerin kıyafetlerinin renklerini çıplak gözle seçilebilir olan mesafeyi, Yunan kıyı sahası olarak kabul ettirmektir.
İşte şimdi ve tüm bu faktörler ile Lozan antlaşmasına baktığımızda, bir zaferden bahsetmek ne kadar yanlış ve ancak kendimizi teselli etmek ise tesadüf olduğuna inanmakta bir o kadar naifliktir, gaflettir.
Adaların Yunanistan'a verilmesi, tarihi bir yanlış ve Türkiye'nin geleceğine 100 yıl evvel konulan bir şerhtir.
Bunu kabul ettirenler, bugünleri hesap ederek kabul ettirmiş, kabul edenler ise maalesef hiçbir şekilde bugünleri görmemiş, hatta akıllarına dahi getirmemişlerdir.
Lozan antlaşmasının yegane çözümlemesi budur.
Günü kurtarmaktan bir adım dahi ötesine gidememiştir.
Bu bağlamda İsmet İnönü'ye atfedilen "Adaların bu kadar yakın olduğunu bilmiyordum, bilseydim kabul etmezdim" sözü, eğer doğrusu ise bir facia, doğru değil ise düpedüz ihanet!
Bugün bu adalar, olması gerektiği gibi Türk sınırları dahilinde olsa idi, bu hengame muhtemelen yaşanmayacak idi.
Bir takım ideolojik nedenlerden ötürü, efsanevi söylemlerden ötürü, bu Lozan Anlaşması'nı, bugün, bu şartlar altında ve gelişmeler karşısında halen büyük bir diplomatik zafer olarak görmek, gerçekleri inkar etmek değildir de nedir?
Hülasa, bu antlaşmayı, adeta Yunanistan'ın ekmeğine yağ sürercesine müdafaa etmek de bir nevi ihanet değildir de nedir?
Ancak şu da bir gerçek ki, Türkiye mevcut duruma göre hareket etmeli. Ediyor da.
Dünyanın tanıdığı iki dil var, biri yumuşak güç (soft power), diğeri ise sert güç (hard power)!
Diplomasi de yani masada güçlü olmanız için, elinizde koz olmalı, kozdan ötürü bir de güç olmalı, askeri güç olmalı.
İşte şu an Türkiye'nin Akdeniz'de savaş filosunu kırmızı alarma geçirmesi ve bir takım kesin ve keskin kararlar alarak, Yunanistan'ın oldu bittisine gelmeyerek, hard power seçenekini kullanması, tam yerinde bir karardır.
Diğer yandan, Yunanistan'ın savaş tehditleri, gülünç ötesi bir durumdur.
Hani bir yakınınıza gidersiniz de dört yaşında kardeşi, çocuğu "seni döverim ha" diyerek el kol hareketleri yapar ya, işte böyle bir şey işte.
Rahatsız edici, ama komik.
Yunan Ordusunun desole durumuna baktığınızda, ne demek istediğimi anlarsınız.
Eğitimsiz tank şöförleri, Türk PÖH'lerimizi sınırda görünce bakışlarına dayanamadan nöbet yerlerinden kaçan askerleri, %30 ancak kullanılabilir bir hava kuvvetleri vs.
Mısır'ın boş tehditlerinden bahsetmiyorum bile.
Zira Sissi de çok iyi bilir ki;
Türk Ordusu ile savaşa girmek sonu olur.
İlk evvela kendi halkı, bu kez köklü bir şekilde ayaklanıp, zorbalık ile zapt ettiği o koltuğu ona dar ederler!
Bir diğer yazımızda buluşmak ümidi ve dua ile Vesselam