Şehir Tiyatrolarından Nazım'a selam..

Uluslar arası üne sahip olan birçok sanatçı, şair, yazar ve siyasetçi onunla ilgili nice övgülerde bulunmuş hatta üzerine eserler üretmişlerdir. Nâzım sadece edebiyat alanında değil Türkiye siyasetinde de simge isimlerden biridir. ‘70’lerin ve ‘80’lerin birbirini yok sayan ve hatta siyaseten birbirlerine ciddi savaşlar açmış olan kuşaklarından ve bu kuşakların çirkin, acımasız çatışmalarından sonra gelen kuşaklar sağcısıyla, solcusuyla, İslâmcısıyla, liberaliyle Nâzım’a büyük bir saygı duymaya başlamışlardır. Artık edebî olarak tartışmasız saygı gören bir ismidir. Değeri ne yazık ki ülkemizde geç anlaşılmış olsa bile yine de şimdilerde daha bir farkında olunan kıymetli bir mücadele insanıdır. 

Nâzım’ın hakkını sadece bir paragrafta veya bir yazıda teslim etmek mümkün değildir. Ancak gelin görün ki aynı övgüleri oyun yazarlığında söylemek pek mümkün değildir. Aynı şeyi Necip Fazıl için de ifade edebiliriz. Bu iki değerli şahsiyet, mücadelelerini, yaşama ve yaşamın bütün alanlarına dair duymuş oldukları kaygılarını ve dertlerini düşünce ve nesirden ziyade duyguyla ve şiirle dillendirmeye gayret etmişlerdir. Şiirde gösterdikleri başarıyı nesirde bulduğumuzu söyleyemeyiz.

Duygusal ve ideolojik sebeplerden ötürü veya siyaseten kimse kolay kolay bu itirafta bulunamaz ve belki bu şekilde ifade ettiğim için birileri bana kızabilir ancak ne yazık ki edebî açıdan durum budur. Her ikisi de oyunlarında siyasî sloganlarından kendilerini soyutlayamamış, kör göze parmak mesajlarda bulunmuş, fikirlerini daha sığ bir dille aktarmışlardır.

“Yolcu”ya gelecek olursak;
İBB Şehir Tiyatroları, üç yıl önce sahnelemeye başladığı Nâzım Hikmet oyunu olan Yolcu’ya bu sene de devam ediyor. Metin, bana göre Nâzım’ın diğer oyunlarına nazaran derinlik açısından en dolu oyunudur. Ancak bu oyunda da yer yer Nâzım’ın siyasî düşüncesine dair sloganik ifadeler görüyoruz. Bunlar oyunda bir yüzeyselliğe sebebiyet veriyor. Hatta kimi zaman “Ne alâkası var şimdi?” bile dedirtiyor. Buna rağmen, Nâzım, yalnızlık ve yoksulluk duygusunu o kadar dolu dolu işlemiş ki oyunu okuyan kişi o hissiyatı mutlaka yakalayacaktır. Oyunla ilgili kimi kritiklerde bir savaş döneminde var olan sıkıntıları anlattığı ifade edilse de bana göre bu sınırlı ve eksik bir yorumdur. Çünkü Nâzım’ın bu oyunu yazarkenki derdi savaş yıllarının zorluklarını anlatmak değildir. Yalnızlığın toplumsal bakımdan hissedilen en acımasız hâlini, yaşamın bir köşesinde kendi hayatlarında sinmiş olan gariban ailelerin hem sosyo-ekonomik açıdan hem de duygusal açıdan hâllerini, aynı insanların kendi kabuklarında kurdukları o küçücük dünyadaki yozlaşmalarını gözler önüne seriyor. Nâzım, salt umudun, neşenin, hayat sevgisinin edebiyatçısı olmamıştır. O eksik gedik birçok yönümüzü hem birey olarak hem de toplum olarak suratımıza çarpmış biridir. Bu oyunda da her ne kadar karakterlerin konuşmalarında umuda dair doneler bulsak da genel olarak göze çarpan unsur, o küçücük dünyalarında bile insanların ne denli erdem ve değer yitiminde bulunabileceklerini bizlere gösteriyor. Bu erdemsizlik artık kendi ülkelerinde var olan savaş ortamına, tamamıyla değişmeye yüz tutan düzene karşı bile umursamaz bir tavır sergilemelerine, kendi dünyalarındaki basit ve ucuz hırslarına gömülmelerine kadar götüren bir duyarsızlığa varmaktadır. Daracık bir evde yaşamalarına rağmen insanların güdülen hesaplardan, saklanılan bilgilerden ve hesap dolu duygulardan ötürü nasıl bir iletişimsizliğe gömüldüğünü anlatmaktadır.   

Hikâye, Kurtuluş Savaşı’nın çetin bir biçimde sürdüğü yıllarda Anadolu’nun küçük bir kasabasındaki tren istasyonunda geçiyor. Bölgede çetin bir kış, hükmünü sürüyor, her tarafı kar kaplamış. Zaten çok nadir geçen trenlerden ses yoktur, seferler azalmıştır. Ender şekilde geçen trenler de artık istasyonda durmadan yoluna devam etmektedir. İstasyonun lojmanını kullanan istasyon şefi ve karısı aynı evde bulunan, fiziksel olarak aynı mekânı ve eşyaları paylaşan ancak duygusal olarak hiçbir paylaşımda bulunmayan kişilerdir. Çift olmaktan çıkıp, sadece birbirlerini gören ve duyan iki kişi haline gelmişlerdir. Kendilerine eşlik eden bir de makasçı vardır. O da kendi dünyasında yaşayan saf biridir. Ancak bir müddet sonra o küçücük dünyada kadın kendi kişisel hırsları uğruna makasçıyı kullanmaya çalışır. Makasçı şark kurnazlarının düştüğü acımasız duruma düşme eşiğine gelir. Şef, durumun farkındadır ama o da görmemiş-duymamış olmayı tercih eder. Dış dünyayla irtibatı neredeyse sadece bir telgraf direğine bağlı olan bu üçlü bir müddet sonra telgraf direğinin devrilmesiyle zaten pek umursamadıkları dış dünyadan haber bile alamamaya başlarlar. Derken, üçlü arasında tam ipler kopma derecesindeyken bir at sesiyle irkilirler. Gelen, genç bir askerdir. Askerin gelişiyle birlikte algılamaya başladıkları dış dünyadan gelen farklı bir ses üçünün az da olsa silkinmelerini sağlar. Aslında kendilerini bunaltan o basit hesapların yapıldığı dünyalarından çıkmalarına neden olur fakat hikâyenin sonu pek iç açıcı gelmez.

Döneme tanıklık eden biri olarak, Nâzım’ın Kurtuluş Savaşı yıllarındaki ücra köşelerde yaşayan insanların yaşamlarını bizlere sunması önemlidir. Yukarda oyun hakkında bilgi verirken insanların ne denli küçük dünyalarda erdemden uzak, dış dünyadan bîhaber yaşadıklarını ifade etmiştim. Oyunu izlerken aslında insanların o duruma düşmelerinin sadece kendi bakış açılarından kaynaklı olmadığını aynı zamanda o dönemdeki zorlukların, sıkıntıların ve ücra kasabada yaşayan o insanların yalnız bırakılmalarının da etkisi olduğunu ifade etmekte fayda var. O kadar kısıtlı bir dünyada yaşıyorlar ki artık her gün sadece birbirlerini görüp, sadece birbirleriyle uğraşmaya başlıyorlar. Yapabilecekleri o kadar sınırlı ki bu da onların hayallerinin ve hırslarının çok düşük seviyelere inmelerine sebebiyet veriyor. Bütün bunların yanı sıra yaşadıkları ortam, âdeta üç maymunu oynayan kişilerin birbirlerinden nefret etmelerine yol açıyor.

Oyunun rejisi Yıldırım Fikret Urağ’a ait… Nâzım Hikmet her sahnede ve oyun içinde ara ara yer verdiği her şiirde bize yaşanılan ortamı ayan beyan sunuyor. Oyunu okudukça bütün ortam gözünüzün önünde canlanıyor.  Dolayısıyla yönetmenlerin kurgusal bağlamda pek zorlanacakları bir oyun değil ancak duygusal olarak, kişiler arası ilişkilerdeki umarsızlığı, hissedilen yalnızlığı sunmak bağlamında yönetmenin gözü ve algısı çok önemlidir.  Urağ’ın bunun altından başarıyla kalktığını söyleyebiliriz. Oyunculara metnin hissettirmeye çalıştığı her duyguyu başarıyla izah edebildiğini görüyoruz. Ayrıca sahnede oluşturduğu atmosferle de Nâzım’ın altını çizdiği yalnızlığın, yavaş işleyen yaşamın sıkıcılığının ve daracık mekânda bulunan kişiler arasındaki uzunca mesafenin görünür olmasını sağlamış.  Her ne kadar oyunu mekânsal olarak tek bir köşeye sıkıştırmış gibi görünse de ben bunun bile manidar olduğunu düşünüyorum çünkü oyunda dış dünyadan kopuk kendi kabuklarına çekilmiş insanların hikâyesi var ve bu kişilerin köşeye sıkışmışlıklarını vermesi açısından yerinde bir tercih olmuş. 

Sahne tasarımı Barış Dinçel’in… Dinçel, tiyatrocu bir aileden çıkmış biri olarak bütün oyunların ruhunu okuyor. Sahnedeki her nesneyi canlı bir varlıkmış gibi yerleştiriyor. Hiçbir parça “–mış gibi” değil. Tasarımıyla oyundaki kasveti, derinlere işleyen kimsesizliği işlediği gibi yalnızlıkla dolu dünyayı da yine dekoruyla kurmuş.

Işık tasarımcılarını verdikleri net ışıkla, çıkardıkları rengârenk fotoğraflarla değerlendirmek eksik bir değerlendirme olur. Aynı zamanda onların sunduğu karanlığı ve gölgeyi de hesaba katarak konuşmakta fayda var. Hem ışığıyla hem gölgesiyle ve yer yer verdiği karanlığıyla Mustafa Türkoğlunu da ayrıca tebrik etmek lâzım. Hikâyede var olan dünyanın yalın bir dille anlatılmasına katkı sunmuş.

Döneme uygun çizimleriyle oyunun kostüm tasarımı Duygu Türkekul’a, efekt tasarımı ise Hanefi Topraktepe’ye ait. 

Oyunun sahne üzerindeki kahramanlarına değinecek olursak…

Bahtiyar Engin istasyon şefi karakteriyle karşımıza çıkıyor. Engin rol aldığı bütün oyunlarda seyirciden tam not alan bir aktör. Bu oyunda da istasyon şefinin aslında yüreği duygu dolu hâlini vermesinin yanı sıra sosyo-ekonomik durumunun düşük oluşundan, eşinin çevirdiği ucuz dolapların farkında olmasından, bütün bu olanları içine atmasından ve gözünde var olan kusurdan dolayı agresif tavırlar eklemesi doğru bir yorum. Oyunculuğundaki başarıya diyecek sözüm yok ancak Engin’in ses tellerinde belki de o temsile özgü bir rahatsızlık olduğunu düşünüyorum. Gala gecesi sesi aşırı derecede yorgun çıkıyordu. Yer yer cümle sonlarında sesi boğulmaya başlıyor ve bu da cümlelerinin eksik çıkmasına sebebiyet veriyordu. Sanırım bunun önlemini ilerleyen günlerde alacaktır.

Aslıhan Kandemir’i daha atak bir kadın olarak bekliyordum. Rol aldığı diğer oyunlardan olsa gerek bu beklentiyi tam olarak karşılayamadığı kanısındayım. Oyundaki istasyon şefinin karısı, daha hırslı, daha iç konuşmaları yüksek bir kadın aslında.

Dolayısıyla bedenini de o hırsa uygun şekilde kullanması daha iyi olacaktır kanısındayım. 

Mehmet Avdan makasçı rolündeydi. Çabuk kandırılabilir oluşuyla belki de oyunun aslında en tehlikeli tipidir. Avdan, karakterin bu özelliğini iyi analiz etmiş. Karakterin kandırılmasıyla birlikte baş gösteren içten pazarlıklı olan yanını çıkarabilmiş.

Aksak bir halde yürüyen makasçıyı oynamak konusunda bir an bile aksamayı kaçırmadı ki maalesef süreyen rahatsızlıkları ve engelleri olan tipleri oynayan oyuncular genelde oyunun hararetiyle kimi zaman yapmaları gereken rutin davranışları atlayabiliyor.

Gün Koper benim son dönemde gördüğüm genç oyuncular içinde enerjisi en yüksek oyunculardan. Sahneye çıktığı her oyunda seyirciyi kendisine çekmesini beceriyor. Bu oyunda da oyuna dâhil olduğu anda can geliyor oyuna. Zaten rolü itibariyle böyle bir misyon yüklenmiş olan karakterin hakkını teslim ediyor. Genç yaşına rağmen tiyatro dünyası tarafından kendisinden sitayişle bahsedilen ve akılda kalan bir oyuncu. Askeri canlandıran Koper için “keşke saçlarını kesme fedakârlığında da bulunabilseydi” derim. Gerçi bu bir oyuncu için fedakârlık değildir ama o sıkıntılı süreçte askerlerin saçlarını ve sakallarını kesmediklerini dönemi az çok okumuşsa, bilmesi lâzım. 

Artısıyla eksisiyle çok net şekilde yazmaya gayret ettim. Şunu da yine aynı netlikle söylemeliyim; “Yolcu” bugüne dek görmemiş olanların, bu sezon muhakkak gidip görmeleri gereken başarılı bir oyun…
OGÜNhaber