Ancak
Tuba Ünsal kolaya kaçmayıp zor olan bir yola girerek tiyatro kurmak istemiş. Bu yola girerken muhakkak her mânâda hesâbını iyi yapmıştır ancak bu iş sâdece hesapla kitapla olacak bir şey değil! İnsanın içinde tiyatro aşkı neşet etmediği müddetçe istediği kadar şartlar iyi olsun, yine de bu çetrefilli sürece girmeye pek de yanaşmayabilir. İşte bu yüzden belli ki Tuba Ünsal’da diğer işlerin birçok yönden getirisine rağmen tiyatro aşkı ve tutkusu baskın gelmiş ve ona bir tiyatro kurdurmuş. Bu sebeple daha yazının en başında kendisini tebrik etmek gerek.
Tuba Ünsal Prodüksiyon’un ilk oyunu Rumen yazar
Mihail Sebastian’ın yazdığı
İsimsiz Yıldız... Sebastian, oyunu ölmeden önceki yıl yazıyor ve Romanya’nın en çok sahnelenen oyunlardan biri oluyor.
Sosyo-ekonomik düzeyi farklı olan iki grup insanı, sosyolojik olarak tanımlamak gerekirse alt ve üst tabaka arasındaki farkı gözler önüne seren yazar, salt belirttiğim anlamda didaktik bir yaklaşımla ele almıyor durumu. Hangi kesimden olursa olsun, insanların içlerinde yarım kalan duyguların hiç beklenmedik anlarda büyük patlamalara yol açacağını ve en temel duygularımız doyurulmadan insan olma yolundaki erdemlerimizin de tamamlanamayacağını vurguluyor. Öte yandan aşk, sevgi, ilgi gibi bireyin olmazsa olmaz ihtiyaçlarının tatmin edilmemesi durumunda maddesel zenginliğin gerçek huzuru ve mutluluğu sağlayamayacağı önermesi de oyunun başat çizgilerinden…
Oyun, küçük bir kasabada cereyan eden ve âniden gelişen olayları ele alıyor. Bir o kadar da âniden biten ama tesiri sönmeyen olayları… Küçük bir istasyonda şeflik yapan Ishim, klâsik bir devlet memuru olarak gece mesaisini doldurmaya çalışırken, içeri genç biri girer. Bu kişi kasabadaki okulun öğretmenlerinden Bay Marin’dir. Telâşlı bir hâlde kendisine gelen paketi sorar. İstasyon şefi gelen paketi gösterir. Şef şaşkındır zîrâ Bay Marin bir astronomi kitabına 22.000 Ley ödemiştir. Bunun gerekliliği üzerine tartışırlarken, gece ekspresinin sesi duyulur ve şef treni karşılamak için dışarı çıkar. O sırada Bay Marin içeride beklerken birdenbire bağırma sesleri duyar. İçeri dalan şefin yanında kendisini itip kakan ve yüksek sesle bağıran süslü kıyafetli bir kadın da vardır. Trene biletsiz bindiği fark edilen kadının üzerinde kim olduğuna dair bir belge bulunmamaktadır.
Kadın aynı zamanda aç ve parasızdır. İsminin Mona olduğunu söyler. Gidecek hiçbir yerinin de olmadığı anlaşılan Mona , istasyonda sürekli huzursuzluk çıkarmaktadır. Bay Marin, yardımcı olmak adına, kadına kendi evinde kalmasını teklif eder. Kendisi de o gece bir başka arkadaşının evinde kalacaktır. Kadın, bu şarta bağlı olarak teklifi kabûl eder. Bay Marin bekârdır. Sâdece öğretmenlik maaşıyla geçinmektedir. Parasının büyük bölümünü de kitaplara ve araştırmalarına harcadığı için durumu pekiyi olmadığı gibi evinde de çok az eşya bulunmamaktadır. Mona eve ilk girdiği anda garipser. Daha sonra kitaplara bakmaya başlar. Ve sorular sormaya başlar. Son gelen kalın astronomi kitabını merak eder ve sorularını arttırır. Sorularına cevap geldikçe esasında kendi hayatındaki eksik kalan yanlarına da yanıt bulmaya başladığını fark eder. Ve evde fare olma ihtimalini bahane ederek, Marin’in gitmemesini ister. Derken aralarındaki diyalog esnasında Marin’in gökbilimiyle uğraştığı, yıldızlarla çok ilgilendiği ve en önemlisi de kimseye söylemediği bir yıldız bulduğu ortaya çıkar. Bu bir sırdır ve Marin için çok mühimdir. Marin, o yıldızın adını hemen oracıkta Mona koyunca, Mona bu durumdan çok etkilenir. Kendisine verilen en büyük ve en anlamlı hediyenin bu olduğunu söyler. Marin’in yüreğinin saflığı ve hayatının sâdeliği onu daha da tesir altına alır. Çünkü Mona, imkânları fazla olan, maddî açıdan hiçbir sıkıntısı olmayan, aksine üst düzey bir hayat yaşadığı bir ortamdan gelmektedir. Ancak geldiği ortamda, bu kasabada olan değerlerin neredeyse hiçbiri kalmamış ve duyguların birçoğu da yitirilmiştir. Hemen hemen her şeyi ve herkesi sahte gören Mona, duyumsadığı sevgi açlığından ötürü nereye gideceğini bilmeden kaçmış ve yolu bu kasabayla kesişmiştir. Kendi hayatındaki eksikleri bir bir daha net biçimde fark eden Mona, Marin’le konuştukça ona yakınlık hisseder. Gerçek iyiliğin, güzelliğin, ilginin, sevginin ne olduğunu anlamaya başlar. Aradığı da budur.
Dışarda herkes merak içindedir. İstasyon şefi, gece yaşananları ve Marin’in gelen gizemli kadını evine götürdüğünü gördüğü herkese anlatır. Bunun üzerine okulun en katı öğretmenlerinden Cucu’dan tutun da Marin’e özel bir değer veren, bir orkestra kurma hayâlleri hiçbir zaman gerçekleşememiş, bundan dolayı da hep içerleyen Müzik öğretmeni Udrea, Maarin’in evine gelir ve meraklarını gidermeye çalışırlar. Ve derken, lüks otomobiliyle tüm kasabalının bir kez daha dikkatini çeken biri daha gelir. Bu kişi, Mona’nın geldiği ortamında birlikte olduğu kişidir. Mona’nın izini bulmuş ve eski evine götürmeye gelmiştir. Peki, Mona ne yapacaktır? Bence bu sorunun cevabını vermek pek de doğru olmayacaktır. En iyisi cevabı bulmak için siz de gidip oyunu izleyin. Ama muhakkak izleyin!
Oyunun yönetmeni usta tiyatrocu, dizi ve sinema sanatçısı Kayhan Yıldızoğlu…
84 yaşında koca bir çınar… Kanserle mücâdele eden Yıldızoğlu, gençleri cebinden çıkaran enerjisiyle üretmeye devam ediyor. Sinop’lu filozof Diyojen’e derler ki:
“Artık çok yaşlandın ama hâlâ çok koşturuyor ve kendini çok yoruyorsun. Biraz dursan, dinlensen olmaz mı?”. Diyojen’in cevâbı müthiştir:
“Siz hangi maraton koşucusunun son 100’e girdiğinde yavaşladığını gördünüz ki aksine daha da hızlanırlar. O yüzden durmak yok.” Usta Kayhan Yıldızoğlu elbette son dönemece girmiş değil ama “Yaş dediğin nedir ki?” dercesine koşmaya devam ediyor. Bu oyun da en bâriz göstergesi.
Oyun metnini okumuş biri olarak, oyuna gitmeden önce, kasabanın sessiz ve bir yanıyla da kasvetli havasının nasıl verileceği konusunda merakım, hattâ açıkçası endişem vardı. Çünkü o kadar balıksırtı bir durum var ki eğer kasabadaki durağanlık çok abartılırsa seyirci sıkılabilir ve oyundaki özü kaçırabilirdi; o durağanlık hiç verilmezse de bu sefer iki dünya arasındaki fark belirginleşemezdi. Yıldızoğlu, dengeyi çok iyi kurmuş. Ve aslında benzeri kasabalarda her ne kadar dışarıdan gelen insanlar için bir dinginlik görülse de esasında herkesin birbirini merak ettiği ve kendi içinde kaynayan bir kazan olduğunu da vermiş.
Yönetmen, içten sevgiyi, samîmî ilgiyi ve gerçek aşkı tercih etme isteği ile şöhret, nam, para, şaşaa arasında kalan, karar vermek konusunda cesaretsizlik ve ürkeklik yaşayan ve yeni bir hayata direkt olarak giremeyen kadının ruh hâlini harikulade yansıtmış. Ancak bunu verirken sâdece kadın ekseninden gitmemiş. Gücü elinde bulunduran erkeğin bakış açısını da sunmuş. Öte yandan, gerçek gücü manevî değerlerde bulan ve bununla müsemma olan ancak maddî eksiklik söz konusu olduğu ve bununla yüzleştiği zaman kendisinde var olan erdemlerin yeterli olmadığını düşünen ve buhrana kapılan erkeğin açmazını da vermeyi ihmâl etmemiş.
“Zâten Tuba Ünsal iyi bir ekran yüzü olarak herkesin mâlûmu” diyerek sadece Ünsal’ın oynadığı karakterin altını çizmesi kolaycılık olurdu. Yıldızoğlu, oyundaki yan karakterlerin tamamının niteliklerini ve işaret ettiği kişilik tiplerini de küçük nüanslarla sahneye aktarmış.
Sahne matematiğindeki küçük bir eksiği de belirtmek gerek. Oyunun heyecanından kaynaklı olabilir ancak oyuncular, mekâna girerken nereden girmişlerse ilk etapta o noktadan sahnelerinin devamını getiriyorlardı. Bir müddet sonra da ortada buluşuyorlar ve oyunu orada götürüyorlardı. Oysa dekor epey geniş bir alana yayılmış. Alanın tamamının kullanılması daha anlamlı olurdu.
Kayhan Yıldızoğlu, Müzik Öğretmeni Udrea’yı da canlandırıyor. Udera, kasabadaki en yalnız kişilerden biri fakat kasabalılığın kaypak yüzünü de yansıtan bir şahsiyet. En ufak menfaat karşısında temel duyguları bile kenara atabilmektedir. Yıldızoğlu, benim karakteri algıladığım kadar sert oynamasa da arada kalan kasabalıyı sahneye aktarmakta yine hünerini konuşturmuş.
Tuba Ünsal’ın yüreğini ortaya koyduğu çok belli…
Ekran ne yazık ki yüklenen kimlikler ve çizilen imajlardan ibâret olduğu için çoğu zaman insanı, ekran yüzlerini tanımak konusunda yanıltabiliyor. Ama sahne öyle değil; elbette tam bir done veriyor değil ama en azından ekranlara nazaran, karşımızdaki oyuncunun kalibrasyonunu yapmamız açısından daha doğru bir yer… Tuba Ünsal’ın içindeki coşku, heyecan, oyuna verdiği önem, çocuksu ve saf duygu seyirci koltuğundan net şekilde gözlenebiliyor. Bu, acemilik hâlinde seyredilmiyor, aksine oyunu izlerken bizim de oyuna daha yürekten bakmamızı sağlıyor.
Ünsal, kasabaya gelen gizemli kadın Mona’yı canlandırıyor. Mona, şatafatı bol olan ama gönlünde hep eksikler bırakan bir hayatın kadını. İçinde bulunduğu hayatın gösterişi o denli parlamış ki âdeta o ışıktan insanlar birbirini göremez hâle gelmiş. Duygular yavan, sözler yapmacık, davranışlar sahte ve neredeyse herkes hesaplı… Bu durum, Mona’yı isyan ettirmiş. Defaatle bunu belli etmeye çalıştıysa da başaramamış ve en sonunda sonunu düşünmeden evini terk etmiş. Geldiği kasabada özlediği şeyleri bulunca da her şeyi geride bırakmak istemektedir. Lâkin bu o kadar da kolay olmayacaktır.
Tuba Ünsal, kadının arada kalmışlığını müthiş şekilde aktarıyor. Yeni bir yaşam kurmak birçok insana lâfta çok kolay gelebilir ancak kazanılan şeyler, elde edilen konforlu yaşam, sunulan rahatlık, geliştirilmiş alışkanlıklar bir anda elinin tersiyle itilemiyor. Madalyonun bir de öte yüzü de var.
İnsanî değerleri doyurulmamış yaşam nereye kadar yürütülebilir? Özellikle bir kadının aşk yanı doldurulmamışsa o kadın için daha önemli ne olabilir ki? Oyuncu, bu gelgitler içinde olan kadının feryâdını oyunun her anında hissettiriyor. Arada kalmışlığın psikolojisini iyi analiz ederek oynuyor.
Bir kadın için ilgi görmek kadar, ilgi göstermek de en temel ihtiyaçlardandır. Bunu gösteremeyen kadın tıpkı ilgi göremeyen kadın kadar kimi zaman hırçınlaşabilir. Ünsal, Mona’daki bu yanı da keşfetmiş.
Âni çıkışları, boşluktaki hâlleri, bırakmaya çalıştığı ve fakat kendi peşini bir türlü bırakmayan hayatının aklına gelmesiyle hiddetlenmeleri fakat kasabadaki iyi yürekli Marin’in kendisine duyduğu temiz duyguların aklına gelmesiyle de yumuşamaları… Her birinin sınırları net çizilmişti. Hâsılı oynadığı karakterini her yönüyle içselleştirmiş bir oyuncu vardı karşımızda.
Bay Marin’i
Yiğit Pakmen canlandırıyor. Heyecanlı, şaşkın, bir o kadar da saf bir öğretmen. Birçok şeyin farkında bile değil. Aslında farkında ama bilmek istemiyor. Kendi dünyası var; yıldızları ve kitaplarıyla meşgûl. Küçük gibi görünen bu dünya oysa çok büyük duyguları ve düşünceleri barındırıyor. Karakterinin özelliklerini kıvamında aktaran Pakmen, plastiği iyi olan bir oyuncu. Bir an olsun yerinde durmuyor. Sözleri de sürekli tekrar hâlinde ancak yormuyor. Hızlı konuşmasına rağmen sarih Türkçesi ve açık ses tınısı her kelimeyi anlaşılır kılıyor. Hafif tikler bulmuş. Bu tikler Marin gibi insanlar için olmazsa olmazdır. Dopamin dediğimiz yaratıcılık hormonunun fazlalığı böyle kişilerde tikler meydana getirir.
Melda Narin Güler, kuralcı öğretmen Cucu rolüyle sahnede… Biraz karikatür kalmış. Tam bir tip olmuş. Gerçekçi yanı daha belirgin olan bu oyunda böylesi karikatürize edilmiş bir yorum sakil durmuş. Biz zaten Cucu’nun sözlerinden katılığını algılıyoruz, üstüne bir de bedenle bunun altını bu kadar bâriz çizmenin gereği yoktu diye düşünüyorum. Aynı sözleri ne yazık ki istasyon şefini oynayan
Hâfız Sengir için de söylemek zorundayım. Sengir, özellikle Marin’le ilk konuştuğu ve Mona’yla karşılaştığı anda verdiği tepkileri çok büyük veriyordu. Bu yorum, samimiyetin yitirilmesine neden olabiliyor. Belki duygusallığı öne çıkan oyunda az da olsa komedi ögesi olsun diye böyle bir yorum tercih edilmiştir ama gerek yok kanısındayım.
Sertaç Ataç, Grig rolüyle karşımızda… Marin’le ve Marin’in içinde bulunduğu dünyanın insanlarıyla olan farkı kısa süre içerisinde seyirciye vermesi gerekiyordu. Ataç, bunu başarıyor. Ekâbir dünyanın insanlarının nüanslarını bulmuş. Dönüşleri, alttan ve süzen bakışları, karşısındakileri çok da önemsemeyişi, kibirli bir özgüveni belli eden minik el hareketleri, küçük hesapları yakalayışı bunlardan bazılarıydı. Yalnız, Mona’nın artarda ve çığlık atarcasına bağırmasına karşılık sürekli çok alt perdeden konuşmasının aksine aynı tondan yakalaması daha doğru olur.
Oyunun dekorunu
Tuba Erdem, kostümlerini
Matthew Zorpas danışmanlığı ile
Closh Boutige Tasarım Ekibi, ışığını ise
Cem Yılmazer tasarlamış. Oyunu tam olarak bir dönem oyunu niteliğinde yansıtmış ve yansıtılmaya çalışılan dönemin, hayatların ve duyguların içine çekmek konusunda büyük katkı sağlamışlar. Özellikle kostümler, her karakterin kişiliği ve yaşadığı kültürle ilintili olarak tasarlanmış.
Tuba Ünsal Prodüksiyon, ilk yapımıyla mükemmel bir oyun çıkarmış. O kadar ki oyunu izledikten günler sonra bile dâhil ettikleri dünyanın tesirini hissettim. Umarım Tuba Ünsal ve berâber yürüdüğü kişiler, bu mâsum coşkuyu ve heyecanı her daim hissetmeye devam ederler.