'Geç Kalanlar' için derin bir yüzleşme...

Süreci evvelce dafaatle yazan kişilerden biri olarak, bu cümlelerimin saikini geçmiş yazılarımda kendimce aktardım. Ve artık o kadar can sıkıcı bir hâl almaya başladı ki aynı şeyleri konuşmaktan ve yazmaktan bile usanıyor insan. Çünkü birbirini anlamayan, dinlemeyen, dinlese de umursamayan hattâ bir yerden sonra saygısızlaşan iki kesimin insanlarından dolayı sâdece derin bir üzüntü yaşamakla kalmıyoruz. Bu sığ ve hiçbir yere varmayan döğüşten kaynaklı olarak sanatımız da sanatçımız da sanata bakış açımız da büyük yaralar alıyor.

Her şeye rağmen hayat ve sanat devam ediyor tabi. Güzel işler de olmuyor değil. Sezonun izlenmesi gereken işlerinden biri de Şehir Tiyatrolarından geldi: Pervin Ünalp’ın yazdığı Nihat Alpteki'nin yönettiği 'Geç Kalanlar'... Konuştuğum birçok tiyatro insanı benimle aynı fikirde değil; bunu ayrıca belirtmek isterim. Haklı oldukları yanlar yok değil lâkin genel olarak baktığımızda olumlu yönlerinin daha fazla olduğu başarılı bir iş olmuş.

Sahnede bunalımda olduğu her hâlinden belli olan bir adam… Gece yarısı, hafif dağınık bir evin salonunda koltukda uzanmış, sağa sola dönüyor sürekli. Bir türlü uyuyamıyor. Sanki beyninde kampanalar çalıyor gibi, saçını başını yoluyor. Kapı zili çalıyor. Adam heyecanla kapıya koşuyor. Hiç tanımadığı orta yaşın üstünde bir hanımefendi dalıyor içeri. Adamla ilgili birçok bilgiye hâkim gibi davranıyor ama bir yandan da adama sürekli sorular soruyor. Adam önceleri direnç gösterse de hattâ haklı olarak kadını evden kovmaya çalışsa da kadının gizemli hâllerinden dolayı kalmasını da istiyor. O da kadının kim olduğunu merak ediyor. Konuşmaması gerektiğini düşünüyor ancak kadından da kopmak istemiyor. Ardından anlatamaya ve kadını dinlemeye başlıyor. Aslında kadın sâyesinde bir nevî kendisini sorgulayıp açığa çıkarıyor. Birden konu evliliğine ve eşine geliyor. Adam daha da açılıyor ve anlata anlata bitiremiyor. Misafir kadın, adamın söylediklerinin aksi yönde fikirler belirtip farklı açılardan da bakabileceğini vurguluyor. Her bir sorgulamadan ve anlatıdan sonra adam eşine duyduğu özlemin ne denli fazla olduğunun farkına varıyor. Bir yandan da misafir kadının söylediklerine katılmaya ve eşinin de haklı olduğu yanlarının olduğunu, birbirlerine daha farklı davranabileceklerini düşünmeye başlıyor. Oyunun birinci perdesi yabancı kadın ve evdeki adam arasındaki diyalogla geçiyor. Gizemli kadının kim olduğuna dair net bir fikir belirmiyor akıllarda. İkinci perdede adamın karısı devreye giriyor. O da misafir kadınla konuşmaya başlıyor. Sürekli kocasından şikâyet ediyor. Yaşlı kadın ona da farklı perspektiflerden bakabileceğine dair ayna tutmaya başlıyor. Derken çift, kadının karşısında tartışmaya, birbirlerini daha ağır biçimde suçlama başlıyor. Çiftin birbirlerine dair yaptıkları şikâyetler birçok evlilik için yabancı şeyler değil aslında ama o kadar büyütülüyor ki. Yaşlı kadın kimi yerde araya girip birebir yaptıkları konuşmalardaki telkinlerini yineliyor. O anlarda çiftteki farkındalık daha da artıyor. Birbirlerini ne çok yanlış anladıklarını, esasında incir çekirdeğini dahi doldurmayacak konuları ne denli büyüttüklerini anlıyorlar. Tam her şey düzeldi derken âniden bir şey oluyor, bir başka yaşlı kadın giriyor içeri ve her şey altüst oluyor. Gelen ilk gizemli kadının kim olduğu ortaya çıkıyor ve oyunun o ana kadar olan kısmı tamamen boyut değişiyor.



Yazar Pervin Ünalp;  evlilik içinde yapılan basit hataların zamanla hiç gereği yokken büyümesini, bu büyüme ve aslında büyütmeden dolayı, büyük bir aşkla ilişkiye başlayan çiftlerin bir müddet sonra birbirlerine yabancılaşmalarını, hızlı ve değişimi âni olan modern dünyanın ve çalışma hayatının kadın-erkek ilişkilerinde yol açtığı özensiz durumu, tükenen tahammülleri yer yer esprili ama genel olarak yüze vurumcu bir tarzda anlatıyor.  Oyunu izlerken, ilişkilerimizde ne denli benmerkezci davranarak karşı tarafa hatalar yaptığımızı, anlatmanın yanı sıra anlamaya çalışmanın ilişkilere daha büyük değer katacağını, konuşmaktan öte bir yol olmadığını, ufacık bir olayı sırf egosantrik bakış açılarımızdan kaynaklı olarak büyük vak’alara dönüştürdüğümüzü, bir sorunun tek sorumlusunun/bir olayın da tek boyutunun bulunmadığını hatırlıyoruz. Bu hatırlatmaları ara ara illa ki kendi kendimize yapıyoruz ama oyunda bunun bize canlı canlı gösterilmesi sâyesinde kendimizi, ilişkimizi, evliliğimizi daha derinlikli bir şekilde gözden geçirme imkânı buluyoruz. Sâdece duygusal ilişkilerimizdeki tarzımızı değil sosyal ilişkilerimizde işlediğimiz kusurları da görmemize yarıyor. Kurduğumuz ilişkiler, salt karşı tarafın verdiği tepkilerle doğru orantılı ilerlemiyor. Geldiğimiz kültür, taşıdığımız inanç ve değer dünyası, ailemizin yetiştirme tarzı, anne-babamızın kendi aralarındaki ilişki, kurduğumuz önceki ilişkiler, iş hayatımız ve daha birçok unsur bizim ilişkilerdeki tutumuzu belirgin bir biçimde şekillendiriyor. Yazar Ünalp da bu noktaya sık sık dokunuyor. Oyuna dair getireceğim olumsuz iki eleştiri var. Birincisi; beylik sözlerin çok fazla olması ve bunların da oyuncular tarafından âdeta seyirciye dönülerek altının çizilmesi. İkincisi ise kurgusunun çok sağlam olmaması. Bu maddeyi daha fazla açamayacağım zîrâ izlememiş olanlar için oyunun büyüsünü ve sürprizini bozmuş olurum.



Oyun Nihat Alpteki’nin rejisiyle sahnede. Yönetmenin ilk yetişkin oyunu rejisi olmasına rağmen genel olarak başarılı olduğu kanısındayım. Daha seyirciyi salona alırken adamın sahnede kıvranıyor olması, bizi adamın ruh hâlini merak etmeye ve az çok yorum yapmaya sevk ediyor. Birinci perdede aksiyon neredeyse yok denecek kadar az, sözler daha fazla ama rejisörün oyuncuları çoğunlukla ayakta tutmasından dolayı tempo hiç düşmüyor. İkinci perde de tempo daha da artıyor. Oyundaki sürprizi daha etkili bir biçimde verebilirdi. Sıradan bir geçiş oldu sanki.  Çünkü duygusu çok ağır bir geçiş ve seyirciyi şaşkına dönüştürebilir. Oysa o tesir az geldi bana. Sahneyi, adamın ve kadının bunalımlarını yaşadıkları alan, gündelik işlerini gördükleri ve devinimi daha fazla yaşadıkları alan ve esas sürprizin yaşanmasından sonra geçilen alan olarak üçe bölmesi de anlamlı olmuş. Tabi burada dekoru tasarlayan Emra Albayrak Şahin desteğini unutmamak gerek. Yalnız, oyunda kimi espriler es geçilmiş. Yönetmen tercihen daha melankolik ve hüzünlü bir anlatımı tercih etmiş fakat güldürü yanı da olan bir oyun olduğu göz ardı edilmemeli.



Oyunun dekor tasarımının yanı sıra kostümleri Emra Albayrak Şahin’e; duygu dolu müzikleri Deniz Noyan’a; psikolojik sorgulamaların olduğu, normal konuşmaların yapıldığı, oyunun gizeminin çözüldüğü yerlerin her biri için ayrı ayrı çalışma yapıldığı belli olan ışıkların tasarımı Murat Selçuk’a ait.

Oyunu her cümlesiyle sahneye taşımayı başaran oyuncuları Defne Gürmen, Elçin Atamgüç, Vildan Gürelman, Zafer Kırşan. Her biri yılların tecrübesini üzerine taşıyan oyuncular, metnin gündelik hayattaki karşılığını da muhtemelen yaşamış kişiler olarak duyguyu derinlemesine hissedip hissettirdiler.    



Oyun, sezonun izlenmesi gerekenleri arasında. En azından izleyen herkesin aklına "Ben ne yapıyorum hakikaten?" sorgulamasını getirmesi açısından gidilebilir. Kimileri “Tiyatro mesaj içerikli olmamalı!” diyor ama sanat dediğimiz şeyin amacı zaten düşünmek istemediklerimizi, gözümüzü kapayıp kaçmaya çalıştıklarımızı,  kendimizi aldatmalarımızı, göremediğimiz eksik yanlarımızı gözümüzün önüne sermek değil midir bir bakıma? Oyun bitip dışarı çıktığımızda neredeyse sahnede yaşanan her ânın, izlediğimiz ilişkinin ve geç kalmışlıklarımızın bizim yaşamımızda olup olmadığını düşünmek sancılı belki ama olsun ne diyor Sokrates “Sorgulanmayan hayat, yaşamaya değmez.”. Tam da bunun için gidilmeli işte! Ha sevgilinizle veya eşinizle gidecek olursanız da dolu dolu gözlerle ve birbirinize sımsıkı sarılarak çıkacağınızdan da emin olun. 
OGÜNhaber