Bu masalda anlatılanların tamamı gerçektir ve hâlâ devam etmektedir

Birinci ve ikinci dünya savaşlarının acılarını, aşırı derecede pompalanan hamasî ve içi boş bir milliyetçilikle işçilerin nasıl da aldatıldığını ve kandırıldığını, patronlar için çalışan ücretli köleler hâline getirildiğini ve hayatlarının adeta hiçe sayıldığını, adalet ve sağlık sistemlerinin nasıl da parayla ve güçle bozulduğunu aktarıyor.

Hazin Masalın Sorumlusu: Emperyalizm ve Kapitalizm…

Sahnedeki saatin tik takları ve fabrikadaki masalcı işçi kızın “Bir varmış bir yokmuş...” sözleriyle oyun başlıyor. Masalcı kız, bizi geçmişe taşıyarak yaşananları gözlerimizin önüne getiriyor. Fabrikada işçi arkadaşlarına masal anlatarak kendini sevdiren masal anlatıcısı Mae de aslında bu kızlardan biridir. Kendisinin eli ağır olmasına rağmen, uydurduğu masallarla diğerlerine umut vaat ederken, çalışma tempolarını da arttırıyor diye terfi alıyor. Bir müddet sonra onların ustabaşısı olan Mae, tarihe ibretlik bir hikâye bırakmak adına bize Radyum Kızları’nın başlarına gelenleri anlatıyor. O masalı anlatmaya başladığında yaşananlar canlanmaya başlıyor ve bir anda kendimizi savaş yıllarının içinde, oradaki ortamın tam ortasında buluyoruz. Sonra birden zihnimizde bugüne tekrar geldiğimizde o işçi kızların yaşadıklarının aslında devam ettiğini fark ediyoruz. İnsanlar farklı ama aynı olaylar ve acılar sanki şimdi de başka adlar ve mekânlar üzerinden yaşanmaya devam ediyor!



Parıldayan Saatler; Kararan Hayatlar…

 “Waterburry saat fabrikasına 500 vatansever kız aranıyor”, “ABD büyük güç olmak istiyor”, “ABD Avrupa’ya demokrasi götürmek istiyor”, “Avrupa’da faşizm yükseliyor”... Oyunda savaş yıllarından 1930’a kadarki süreç, ABD ve Avrupa’daki gelişmeler arka plândan gelen bu seslerle veriliyor. Fabrikaya yoksul evlerini geçindirmek için saat kadranlarını fosforla boyamak üzere gencecik, hayat dolu kızlar başvuruyor. Alındıktan sonra iş bulmanın heyecanıyla koşa koşa, cıvıl cıvıl giderler her sabah iş yerlerine.  Saatleri boyamak için kendilerinden ne isteniyorsa yaparlar. Karanlıkta ışıltılı bir renge dönen boyalarla her biri günde 100 kadar saatin kadranını boyarlar, zira her boyadıkları saatle maaşlarına ek prim ödenmektedir. Daha fabrikaya adım attıkları andan itibaren üst katta yumuşak ve konforlu koltuklarında oturan patronlarının propagandası eşliğinde çalışmaya başlarlar. Birkaç dakika mola vermeye kalksalar bile hemen onlara cephede savaşan askerler hatırlatılır. Çünkü oradaki saatler, daha çok savaşta olan Amerikalı askerlere ışık kullanmadan kol saatlerini görebilmeleri için üretilmektedir. Sürekli olarak işçilerden fedakârlık yapmaları istenir. Onlar da yaparlar. Ta ki tüm sağlıklarını, hatta hayatlarını kaybedene kadar. Hem de daha yirmili yaşlarındayken! “Radyum Kızları” oyunu, çalışanların sağlığını zerre kadar önemsemeyen, gözünü kâr ve daha fazla para hırsı bürümüş olan kapitalistleri, onların satın aldığı doktorları ve çarpıttıkları adalet sistemini de bir yandan teşhir ediyor. Öte yandan emekçilerin örgütsüz, bilinçsiz, tekil ve bencil olduklarında, acımasız sistemlerin ve o sistemlere uşaklık edenlerin çıkarları uğruna harcanmaya ve ölmeye devam ettiklerini; ama mücadele etmek için ayağa kalkıp birleştiklerinde maddî ve manevî olarak kazandıklarını ispatlıyor.



Radyum Kızları’nın gerçek hikâyesi oyunda anlatıldığından çok farklı değil zaten. Polonya asıllı Fransız vatandaşı olan Fizikçi Marie Curie 1898 yılında eşi Pierre Curie’yle birlikte radyumu keşfeder. Hatta bu keşfiyle 1903 yılında fizik alanında Nobel ödülü alan ilk kadın, Marie Curie olur. Elementin ismi, Latincede ışın anlamına gelen “radius” kelimesinden ilham alınarak radyum olarak belirlenir. Yüzyılın en önemli keşfi olarak ortaya atılır. Gecenin karanlığında ışıldayan bu yeni element Curieleri büyüler. Öyle ki Marie, radyum hakkında şunları söyler: “En sevdiğimiz şeylerden biri, gece çalışma odamıza girmekti, duvar dibindeki masanın üzerinde duran şişelerden yayılan soluk yeşil parıltıyı görmeye bayılıyorduk. Bu, bizim için yepyeni ve müthiş bir şeydi. Sanki karanlıktaki ‘periler’ gibiydiler.” Ne var ki henüz insan sağlığına ne derece yararlı ve zararlı olduğu test edilmeyen bu radyoaktif madde, bir anda tüketim çılgınlığının nesnesine dönüşür.

1900’lerin başlarında radyumdan ışıltılı bir boya elde edilir ve fosfor gibi ışıltı yayan bu boya bir anda popüler hâle gelir. Karanlıkta parıldayan bu boya, çinko bir bileşimle karıştırılmış olan radyoaktif radyum tuzlarından ibarettir. Bu boyanın kullanım olanakları, dönemin bazı burjuvalarının kâr iştahını kabartır. Makyaj malzemelerinde, gıda maddelerinde ve çeşitli endüstriyel ürünlerde kullanılmaya başlanır. Bazı doktorlar sağlıklı olduğunu ileri sürdüğü için takviye şuruplarına, güzel ve parlak görünmek isteyen kadınlar için rujlara, ojelere, kremlere katılır. Kadınlar daha parlak görünsün diye saçlarına, ışıltılı görünsün diye yüzlerine, dişlerine sürerler. Hatta çocukların çok sık yediği çikolatalara ve suya bile katılır. Yeni bulunmuş olan bu element sonuçları araştırılmadan çılgınca kullanılır. Yıllar sonra kâşifi olan Madam Curie’nin de ölümüne yol açacak olan bu maddenin insan sağlığı için ne derece tehlikeli olduğu ancak Radyum Kızları’nın mücadelesi sonucu ortaya çıkar.



Radyumun bu cazibesinden nasibini almak isteyen saat fabrikası patronları (Waterburry onlardan biri) o dönem son teknoloji ürünü olan karanlıkta parlayan saatler üretmek isterler. Ordudaki askerler için yapılmaya başlanan kol saatlerinin rakamlarına, çizgilerine ışıltı katmak için ince fırçaları tutacak narin ellere yani kadın işçilere ihtiyaç vardır. Kızlardan düzgün boyamaları için fırçayı sürekli ağızlarında düzeltmeleri istenir. Bu işte bir risk olduğunun farkında olmayan kızlar, iğrenç bir tadı olan boyalı fırçayı, işlerini düzgün yapmak için ağızlarına almaktan çekinmeyip, işleri bittiğinde de ellerine bulaşan boyayı, parlasın diye saçlarına ve yüzlerine sürerler.

Kızlar, bir kere vücuda girdiğinde bir daha çıkmayan radyumun tehlikelerinin farkında değillerdir. Ama onlar için ışıltılı olan bu dünya çok uzun sürmez. Bir müddet sonra hastalanmaya başlarlar. Kilo kaybeder, elleri, kolları, dizleri tutmaz olur, dizlerinde, ağızlarında yaralar çıkar, dişleri dökülür, çene kemikleri anormal derecede büyümeye, deforme olmaya başlar bir müddet sonra. Saatleri düzgün boyamak için vakit kaybetmemek adına önlerine su koyup yapmaktansa sürekli dudaklarıyla düzelttikleri fırça ile farkına varmaksızın radyum zehrini yutarlar. Güzelleşmek için yüzlerine sürdükleri madde hem güzelliklerini hem yaşamlarını ellerinden alıp yavaş yavaş öldürmeye başlar onları. İşyeri doktorları ise kızların hastalıklarına işyeriyle ilişkilendirilmeyecek teşhisler koyarlar: Romatizma, mide sorunları, kansızlık ve hatta frengi! İşçi kızlardan biri bir yıl sonra doktora gidip dişini çektirmek istediğinde dişiyle beraber çene kemiği de kopup gelir. Bu kızlardan Amelie Maggie anemiye yakalanıp, ağzından sürekli kan gelerek henüz 25 yaşındayken öldüğünde, fabrikanın doktoru ölüm belgesine “mide iltihabı” diye yazar. Devamında ise fabrikada çalışan kadınlar teker teker çeşitli hastalıklara yakalanır. Frengi teşhisi koyulan Quinta hemen fabrikadaki işinden uzaklaştırılır. Her ne kadar başlarda radyum elementinin zararları bilinmiyor olsa da bir şeylerin ters gittiği anlaşıldığında da bunun insanlara açıklanmadığı ve insanların radyum elementinin zararlarına göz göre göre maruz bırakıldığı ortaya çıkar. Fabrikada çalışan kadınlara şirket doktorunun sahte raporlar hazırladığı da bir müddet sonra anlaşılır. Frengi teşhisinden dolayı işten atılan Quinta, aslında frengi hastalığına yakalanmadığını başka doktorların raporlarıyla kanıtlar ve fabrika müdürüne de arkadaşlarına da bunu göstermeye gider. Ne var ki artık çok geçtir ve kadınların ölüme giden hastalık süreçleri çoktan başlamıştır. Bu arada vakaların artması üzerine Harvard Üniversitesi’nde inceleme başlatan ahlâklı ve objektif bilim insanları, radyumun insan sağlığı üzerindeki yıkıcı etkisi üzerine bir rapor hazırlarlar. Hatta beş yıl önce ölmüş kadınların kemikleri incelenir ve kemiklerinden bile yüksek oranda radyasyon yayıldığı tespit edilir. 1924 yılında fabrikada çalışan ve teker teker hastalanan dokuz kadın, bu raporun da etkisiyle uzun bir hak arama mücadelesine başlar ve şirketi dava eder. 



Sessizliği ve Haksızlığı, Kadınların Hakikati ve Cesareti Bozuyor…

Hastalıklar ve ölümler artmaya başladıktan sonra kızlar, hayatlarını işkenceye çeviren sorunun radyum maddesiyle bağlantılı olduğunun tam anlamıyla farkına varırlar. Sağlıklarını umursamayan patronlarına karşı adalet mücadelesine girişirler. Ama mülk sahipleri karşısında adalet arayışları hiç de kolay olmayacaktır. Başlarına gelenlerin sorumluluğunu üstlenmeyen patronlarını dava etmeye giriştiklerinde dava tarihini bile ancak üç yıl sonrasına alabilirler. Patronlar tarafından satın alınan mahkemede aşağılayıcı muamelelere maruz kalırlar.

Artık kendilerine “yaşayan ölüler” diyen Radyum Kızları, öleceklerinin farkındandırlar ama yaşadıkları süre içinde kendilerini yaşayan ölülere çevirenlerden hesap sormak ve kendilerine yapılanların başkalarına yapılmaması için mücadele vermek isterler. Mahkeme yıllarca sürer ve ölümler arttıkça Radyum Kızları daha fazla tanınmaya, başlarına gelenler bilinmeye, mücadelelerine kitle desteği artmaya başlar. Dava sürerken kızların sağlığı giderek daha da kötüye gider. Davayı kaybetmemek için siyasî desteği arkalarına almış ve kesenin ağzını açmış olan patronlar, fabrikada çalışan ve daha önce çalışmış olan başka kızların daha ölmesi ve dava eden kızlara toplumsal desteğin artmasıyla geri adım atarlar. Sonunda mahkeme, kızlara tazminat ödenmesine, ölene kadar maaş bağlanmasına ve tüm tedavi ücretlerinin karşılanmasına karar verir ama bozulan sağlıkları ve ölen kişileri geri getiremez tabi ki bu sonuç. Kızlar verdikleri bu mücadelenin sonucunda radyumun kullanımı ile ilgili düzenlemelerin getirilmesini sağlar ve insan sağlığına ciddi anlamda zarar veren bu maddenin daha fazla insanın hayatını karartmasını engellerler. Bu düzenlemelere rağmen işçilerin yaşamını hiçe sayan patronlar, radyum karışımlı Undark boyasını 1960 yılına kadar kullanmaya devam ederler. Dava kapandıktan sonra da radyumu kullanan patronlar, mağdur edebiyatı yapar ve kamuoyunun kendilerine karşı kışkırtıldığını, âdil bir yargılamayla karşı karşıya kalmadıklarını, kötürüm ve engelli kişilere iş vermekle hata yaptıklarını pişiknce ileri sürerler.



Aynı Hikâyeler Son Buldu mu ki?

Oyun boyunca gördüğümüz; iş güvenliği unsurlarının göz ardı edilmesi, sahte sağlık raporları, daha fazla para kazanmak uğruna halk sağlığını riske atan ürünlerin pazarlanması, emeğin sömürülmesi, kadınların onlara atfedilen roller üzerinden sürekli suçlanması ve adâlet önünde dahi ölüme mahkûm oldukları için neredeyse suçlu çıkarılmalarını izlediğimizde günümüzde bir şeylerin değiştiğini, artık bu tür olayların yaşanmadığını söylemek mümkün olabiliyor mu? Ölümcül olduğu bilindiği hâlde, çok sayıda işçi silikozis hastalığına yakalanıp hayatını kaybetmeden yasaklanmayan kot kumlama işleminin, radyumla ölüme terk edilen kadınların durumundan farklı olduğunu söyleyebilir miyiz? Veya her yıl tedbirsizlikten ve işverenlerin almadığı önlemlerden, yapmadığı düzenlemelerden ötürü iş kazalarında onlarca canın yitip gitmediğini söylemek, meslek hastalıklarından mustarip olmayan işçilerin olmadığından bahsetmek mümkün mü? İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin raporlarına bakmak veya haber bültenlerini ve gazeteleri takip etmek bile ne yazık ki aynı dramların devam ettiğini net olarak görülmesi adına kâfi!

Muazzam Bir Oyun Ekibi…

Kendisine 2017 Necati Cumalı ödülünü kazandıran oyunun yazarı Karden Kasaplar… Yazar, bu trajik olayı o kadar dokunaklı ve duru bir metne dönüştürmüş ki izleyeni hemen alıyor içerisine. Sevinç de acı da hüzün de dozunda işlenmiş, tüm duygular tam kıvamında verilmiş. Oyundaki karakterlerin salt fabrikadaki hâllerine, diyaloglarına ve vazifelerine değil de beğenilerine, ilgi duydukları şeylere, aile yaşamlarına ve fabrika dışındaki hayatlarına seyirciyi tanık etmesi karakterlerin havada kalmalarını engellemiş. Oyunu fabrikadaki sert ve acımasız düzen, bozulan sağlıklar ve eriyen yaşamlar ve sonrasında başlatılan mücadeleler şeklinde bölümlemesi dramatik örgü açısından başarılı olmuş. Aktris olmak isteyenden sadece evinden işine işinden evine gelip giden bir anneye, dindar olandan idealist olana, gencinden yaşlısına birbirinden farklı hayatlar süren kadınların heyecan, neşe, öfke, üzüntü gibi duygulanımları sağlayacak kırılma noktaları gayet dengeli şekilde yerleştirilmiş.  



Oyunun birinci perdesinde daha çok karakterlerin kişiliklerine, katı fabrika koşullarına, emperyalist ve kapitalist düzenin vahşi yönüne, kızların dışarıdaki yaşamlarına dair nüanslara yer verilirken, ikinci perdesinde hak mücadelesine ağırlık verilmiş. Oyun, bu perdede davada davacıların yani işçi kadınların konuşmalarıyla ilerliyor. Davalarına bakan hâkimlerin onlarla iletişimi, hukukun nasıl salt güçlüden taraf olduğunda yozlaşabileceğini gözler önüne seriyor. Bunu yaparken hâkimlerin kullandığı dil cinsiyet, görüş, inanç fark etmeksizin herkese ciddi bir rahatsızlık veriyor. Bu konuşmalar sırasında çok mühim bir detay var. Ne zaman konuşma sırası aklı başında, sözleri ses getirecek bir kadına gelse, hâkimler tarafından sözü yarıda kesiliyor ve karga tulumba mahkeme salonundan dışarı çıkarılıyor. Ve fakat ne zaman ki geçirdiği rahatsızlıklardan dolayı aklî dengesini kaybetmiş bir işçiye söz veriliyor, o konuşmanın sonu gelmiyor. Birbiriyle ilgisiz onlarca şey söylüyor o kişi. Belki tek tek incelense hepsi yaşadıklarıyla ilgili bir ipucu verecek ama bir bütünü oluşturduklarında hiçbir geçerliliği olmuyor söylediklerinin. Davacılar arasında en çok konuşma hakkı da ona tanınıyor; söyledikleri hiçbir şeyi değiştirmeyeceği için.



Oyunun yönetmenliğini yapan Lâçin Ceylan’ın oyun üzerinde çok çalıştığı metin okunduktan sonra daha net bir şekilde anlaşılabilir. Çünkü metindeki akışla sahnedeki akış ve kurgu birbirinden farklı. Laçin Ceylan, yazılan metni ters düz ederek sahneye uyarlamış ve olayların gidişatında bütünselliği yakalamaya çalışmış. Metinde az geçen, hikâyenin geçtiği tarihlere ait radyo haberleri, sahnede daha fazla yer bulmuş kendisine. Böylece Ceylan, tarihe ışık tutan bir derlemeyle seyircisine dönem hakkında bilgi vererek dönemin içine girilmesini sağlamış. Zaman kavramını pekiştirmek için de akrep ile yelkovanın sesini oyunun eksenine almış. Perdeler arası geçişte metne göre işçi kadınları daha çok konuşturup daha fazla oyun kurdurmuş. Bu hem oyun süresini artıran bir unsur olmuş hem de “bu kadınların bir hayatı vardı; gülüyor, eğleniyor, düşlüyor, seviyorlardı” gibi bir duygu atmosferi yaratmış. Ancak ikinci perdede bütün kadınların hikâyelerini yer yer tekrara düşecek nitelikte uzunca vermesi ve metinde bir sadeleştirmeye gitmemesi oyuna dair duyumsanan dinamik seyri kısmen azaltmış.

Dekor tasarımı Gökhan Yücesal’a ait. Dekor, hem oyunun dinamiği hem işlevselliği hem olayların geçtiği dönemi hem de sınıf ayrımını başarıyla vermesi açısından çok dikkat çekici. Oyun başladığında fabrika detaylarının son derece ayrıntılarıyla oluşturulması, hiç kuşku yok ki oyun adına seyirciyi ilk etkileyen kısımdı. Kadınların çalıştıkları masalar, fabrika müdürünün yukarıdaki makamı ve onun hemen aşağısında yer alan platform, sahne düzenini başarılı bir biçimde yansıtıyordu. İşçilerin çalıştıkları masanın üzerinde yer alan ve rengi ile ilk olarak insanı büyüleyen fakat oyun esnasında öğrendiklerimizle kendinden nefret ettiren radyumun parıldaması ve oyuncuların yüzüne vuran ışık ile adeta onlara nüfuz eden radyum detayı çok iyi düşünülmüş. Oyunda sahne tasarımı anlamında ikinci perdede ortaya çıkan ve kadın işçilerin çalıştığı fabrikayı bir anda hasta yataklarının olduğu hastaneye çeviren sahne değişimi de son derece ustaca ve pratikti. Oyunun sonlarında yine bu sahne değişiminden sıkça yararlanıldı ve gerekli atmosfer rahatça sağlandı. Fabrikanın, hastaneye, hastanenin mahkemeye dönüşme anları harikuladeydi.



Oyunda kullanılan ışık ve renk paleti de son derece başarılı ki oyunun ışıkları Yakup Çartık’a ait. Fosforlar, ışıklar, gölgeler çok iyi kullanılıyor. Oyundaki devinim, dekor ve ışık tasarımının büyük desteğiyle sağlanıyor.  

Oyuncuların sağlıklı hâllerini de hastalık durumlarını da izleyiciye yansıtmak için yapılan ciddi bir makyaj çalışması var. Oyunun makyajı sahne üzerinde izlediğim oyunlar arasında en iyilerinden biriydi. Yüksek bütçeli bir sinema filmindeki gibi gerçekçi olması, izleyicilerin sahnede temsil edilen trajediyi yüreklerinde hissetmeleri için gereken zemini oluşturuyordu. İşçilerin maruz kaldığı radyumun yol açtığı deformasyonlar da makyaj yardımıyla ustalıkla veriliyordu. Makyaj tasarımları Murat Polat’ın.

Dönemi yansıtan kostümlerin tasarımında Dilek Kaplan imzası var.  Seyirciyi o tarihlere götürüyordu. Oyun kişileriyle de bütünlük sağlıyordu.

Özenle yazılan karakterler için yine o karakterlere uygun oyuncular da aynı özenle seçilmiş. Rollerine büyük bir emek ve titizlikle, yönetmenin de yadsınamaz katkıları ile hazırlandıkları açıkça belli. Radyum Kızları’na hayat verenlerin de diğer karakterleri canlandıranların da performansı etkileyiciydi. Her biri büründüğü karakteri son derece ustalıkla ve içten bir şekilde oynuyordu. Ancak tabi ki genç radyum kızları seyirciyi daha bir neşelerine de dertlerine de doğallıkla ve başarıyla dâhil ediyordu. Tempoyu bir an olsun düşürmüyorlardı. Tartışmaları, şarkıları, dansları, acıklı anlatılarıyla izleyenleri duygudan duygu sevk ediyorlardı.



Geçtiğimiz sezonun tartışmasız en iyi oyunlarından biri olan “Radyum Kızları” bu sezon da Devlet Tiyatrolarının repertuarında kalarak seyirciyle buluşmaya devam ediyor. Hak ve adalet mücadelesinin anlatıldığı; tüketim toplumu, savaş, emperyalizm, vahşi kapitalist sistem ve emek sömürüsünün açık biçimde eleştirildiği bu oyun hâlâ görmeyen tiyatro izleyicisinin mutlaka ajandalarına kaydetmeleri gereken bir yapım.

BİR PERİ MASALI: RADYUM KIZLARI

2 Perde - 2 saat 35 dakika

Müzik: Yıldırım Arıcı

Koreografi: Tuğçe Tuna

Yönetmen Yardımcısı: Nihat İleri

Asistanlar: Aral Seskir, Oğuz Edis, Gözde Akgün

OYUNCULAR:

Mae Cubberlay: Çiğdem Aygün

Quinta McDonald: Deniz Danışoğlu

Katherine Schaub: Merve Şeyma Zengin

Albina Larice: Ezgi Erdilek

Edna Husman: Refiye Genç

Grace Fryer: Ilgın Arslan

Lemkin: Okan Değirmenci

Hodoshe: Tuğçe Aksum

Yüzbaşı Dave Walder: Kerem Tanık

Eleanor Eckert: Ebru Terzi

Josephine Smith: Esra Balaban

Hazel Vincent Kuser: Begüm Mısırlı

Arabulucu: Oğuz Edis

Hastane ve Mahkeme Çalışanları: Batıkan Köleoğlu, Hasan Ali Yıldırım

Sesler: Ali Atilla Şendil, Laçin Ceylan, Aral Seskir, Mustafa Ergüven, Gözde Akgün

OGÜNhaber