Masallar ve halk hikâyeleri, hem bir toplumun ve bölgenin kültüründe geçmişten beri var olan kadim değerleri, gelenekleri ve âdetleri bugüne taşıyan hem de insanlığın ve evrenin temel, bir o kadar da genel geçer olan ilkelerini hatırlatan anlatılardır. Salt, bir olayı heyecanlı ve merak uyandıran bir kurguyla değil, aynı zamanda tüm insanların görmeyi arzuladığı erdemleri ve hasletleri de hatırlatıyor.
Bir Nefes Dede Korkut, İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenen, masallar ve halk hikâyeleri için sayılan bu nitelikleri içinde birebir barındıran özel bir oyun. Ülkenin birçok şehrinde, dünyanın da birçok ülkesinde sahnelenen oyunda, hemen hemen herkesin okula gitse de gitmese de en az birkaçını bildiği Dede Korkut Hikâyelerinden Boğaç, Deli Dumrul ve Tepegöz anlatılıyor. Sadece bir anlatı değil tabi ki. Oyunda bir tiyatroda gösteri sanatları namına görülebilecek her öge var; teatral performans, dans, müzik, ışık oyunları, kostüm… Hepsi bu oyunda birbiriyle uyumlu ve özenli şekilde toplanmış. Bütün bunlar birbirinden kopuk, her biri ayrı ayrı değerlendirildiğinde ancak “güzel” denilebilecek türden değil; elbette teker teker hepsi güzel ve başarılı fakat bir bütün içinde daha bir anlam bulacak düzenle kompoze edilmiş ki bu hâliyle tam bir sanat eseri niteliğini taşıyor.
Masal Dünyasının İçine Çeken Bir Atmosfer…
Tütsü kokusu, arkada etrafı kırmızı iplerle örülmüş beyaz bir perde, yerde kırmızı bir çile, etrafta eskitilmiş kilimler ve bezler, eski tip ocak… Sahneye giren seyirciyi bunlar karşılıyor. Derken oyuncular yavaş yavaş içeri giriyor. Oyunun ilk birkaç dakikası müzik ve danslar eşliğinde geçiyor. Bu dekor, atmosfer, coşkulu danslar ve müzikler seyirciyi daha en baştan oyunun içine çekiyor ve izleyenlere oyunun temposu ile ilgili doneler veriyor.
Anlatıcı Gökçe Kurt Elitez başlıyor hikâyeleri anlatmaya. Anlatmıyor, yaşıyor ve yaşatıyor. Hikâyeleri hep bir huşu içinde ve yüksek perdeden aktarmıyor. Böyle anlatan masal ve hikâye anlatıcıları bir yerden sonra o kadar yorucu oluyor ki bütünden komple kopabiliyor dinleyenler. Masal anlatıcıları içinde “model anlatıcı” tarzını savunanlar da var. Yani sıfıra yakın mimik ve jest kullanımı, çok az vurgu ve tonlama ile anlatmak. Bunu savunmalarındaki maksatlarının da duygu ve düşünceye sevk etmek bağlamında seyirciyi manipüle etmemek olduğunu iddia ediyorlar. Bu bir yere kadar doğru olabilir ancak o vakit dinleti ve seyirlik özelliği neredeyse yok oluyor. Elitez, bu iki tutumun tam ortasında bir yerde duruyor. Bu tercih, oyundan alınan hazzı daha da artırıyor. Anlatıcı anlattıkça, uzun kış gecelerinde büyüklerimizin masal anlattığı günlere döndürüyor bizi. Sadece o günlere dönmekle kalmıyor, ibretlik Dede Korkut hikâyelerindeki doğruluk, yardımseverlik, yiğitlik, bilgelik, alçakgönüllülük, kibirden uzak durmak, iyi yüreklilik, aileye bağlılık, Yaratıcı ve evren karşısındaki durumumuz, ölçülülük gibi ilkeleri ve faziletleri de hatırlıyor insan.
Ekibin ve Bütünlüğün Önemi…
Oyunda anlatıcının haricinde üç oyuncu var; Ziya Serkan Doğan, Fuat Yıldız, Bahri Çakır… Her ne kadar diyalogları yok denecek kadar az olsa da beden dilleriyle, danslarıyla ve müzikleriyle oyunu sürüklüyorlar. Bir oyunda devinim ve diyalog içinde olmaktan daha zor aslında yaptıkları. Zira sadece jest ve mimikle bir şeyi anlatmak ve seyirciye aktarmak sözlü bir yapıya nazaran güçlük içerir. Bu minvalde, anlatıcı ile diğer oyuncular tam bir uyum içinde. Birbirlerini çok iyi tamamlıyorlar. Orta Asya tınılarından ve ezgilerinden oluşan müzikler ise oyuna daha sahici bir renk ve duygu katıyor. Yanı sıra, arkadaki perdenin yeri geldiğinde bir gölge oyunu için kullanılması, gelenekli oyunlarımıza bir selâm çakması anlamında altı çizili bir vurgu olarak karşımıza çıkıyor.
Oyunun yer yer interaktif bir hâl alması, seyircinin anlatıya dâhil edilmesi açısından önemli ki anlatı geleneğinde de yer yer buna başvurulur.
Oyunda, hiçbir detay öylesine eklenmemiş. Her obje, her aksesuar anlamlı şekilde kullanılıyor. Ayrıca, oyunun başında eskilerden kalma olan ve bize onu hatırlatması, ortama uygunluk olması ve oyuncuya oyun vermesi açısından konulduğunu düşündüğümüz bazı sahnelerin oyunun devamında ve sonunda tekrar hatırlatılması ve yine orayla ilgili bir kurgusunun olması, rejinin bir bütünlük içinde yapıldığının göstergesi oluyor. Oyundan çokça sahne vererek büyüyü bozmak istemiyorum ama gidildiğinde dikkat edilmesi gereken nüansları söyleyeyim: oyun başlarında buğdayın ekilmesi, oyun boyunca buğdayla ilintili anların olması ve sonunda onun bir yere bağlanması ile yerdeki kırmızı çilenin aslında yaşam ve zamandaki karşılığının sunulması… Bunlar, oyunun hayat dersi niteliğindeki sessiz mesajları. Hikâyeler, oyunun diğer unsurları ve bu ayrıntılar sayesinde izleyenlerin kendi zihnine ve gönlüne dönüşü de bir yandan sağlanıyor.
Her biri oyunun sürükleyiciliğine katkı sağlayan başarılı tasarımlar var. Kişileri hikâyedeki gerçek “o” yapan kostümlerin tasarımı Dilek Kaplan’a, adeta görsel bir şölen sunan ve atmosferi derinlemesine işleyen ışıklar Önder Ay’a, seyirciyi duygudan duyguya sevk eden, coşkuyu ve hüznü aynı anda hissettiren müzikler Fuat Yıldız ve Bahri Çakır’a, hikâyelerin ritmine ayak uydurmamızı sağlayan birbirinden güçlü dansların yer aldığı koreografi Alparslan Karaduman’a ait.
Ve tabi ki küçük bir mekânda hayâl gücünü kullanarak kocaman bir dünya yaratan, bu topraklara ait veya yine buralara taşınıp sonrasında buranın bir parçası hâline gelen kültür ögelerini (şamanı, kamı, semâyı, semâhı, yerel dansları, kıyafetleri ve müzikleri) iç içe anlatan, bütün sanatsal unsurları başarıyla birleştiren, bir yandan da oyunda anlatıcı olan oyunun rejisörü ve hikâyelerin derleyicisi Gökçe Kurt Elitez ile oyunun sanat danışmanı Kubilay Karslıoğlu’nu hassaten tebrik etmek gerek.