Şeytanı bile imrendiren adam: 'Hâlet Efendi'

II. Mahmut döneminde yaşamış Osmanlı devlet adamı..
Asıl adı Mehmed Said'tir.

Ama küçük yaşlardan itibaren "Hâlet" diye bilinir.
Hırs ve ihtiras kavramları sanki bu "Halet" denen herif için icat edilmiştir.
Kamuda görev almak, devlet katında ilerlemek için mutlaka medrese eğitimi gerekirken; bu adam mektep/medrese yüzü bile görmemiş fakat o, "gözü dönmüş hırsıyla" kendini yetiştirerek bu konuyu da halletmiştir.
Mühürdar Yamağı olarak devlet macerası başlar.
Fişek gibidir.
Hiçbir dönemde popülaritesini  kaybetmeyen "yalakalık" denen  haslet ve özelliği en detaylıca ve başarıyla kullanır.
İstikbal ve imkan merdiveni için riske girmekten imtina etmez ve o noktada oldukça "gözüpek" bir delikanlıdır.
Bu tarz  bukalemunits kişiliği taaaa çocukken belli olmuş olmalı ki; "Hâlet" olarak anılması boşuna değil.
Gözü hep yükseklerdedir; ya olacaktır, ya da olacaktır.
Başka bir şık yoktur.
Bunu başarmak için ne ve hangi yol/yöntem/usul/usulsüzlük gerekirse tavizsiz yapacaktır/yapmaktadır.
Makyavelli yaşasa ve bu delikanlının hırsını görse; kesin "bu genç adam benim bile ufkumu aşan bir pragmatist olacak…” derdi.

Burnu çok iyi koku alır.
O dönemde de bazı STK'lar; tarikat/tekke/ocak gibi yapıların bazıları devlet katında çok muteberdir.
Hâlet bu durumu çoktandır farketmiştir.
İrdeler/inceler/değerlendirir.
Hemen birine gidip intisap olmaz.
Bir taşla birkaç kuş vurabileceği ve yükselmesinde en verimli basamak olacak, en popüler ve etkin olanı seçer.
Galata Mevlevihanesi'ne gider ve hemen Şeyh Galip Dede'ye intisap eder.
Kısa sürede Şeyh'in de gözüne girer.
Galip Dede de artık ceptedir ve dergahın itibarı arkasındadır.
Devlette yükselmesi  hızla sürer.
Bu esnada para kazanmayı da ihmal etmez,
Fenerli Rumlarla dirsek temasına geçer ve büyük servet sahibi olur.
Sonra bu adam akla ziyan ve şaşırtıcı şekilde "Başmuhasebeci/Ortaelçi" ünvanıyla Paris'e gider.
Adam üç sene sonra döner.
"Nerede kalmıştık İstanbul…" dercesine yine başlar.
Gözü kara bencilliği ve hırsı hata yaptırır, Kütahya'ya sürgüne gönderilir.
Ama İstanbul'da lobisi güçlüdür.
Devlet, Bağdat Valisiyle sorun yaşamaktadır.
Hâlet'in şürekası durur mu; "bu sorunu ancak Halet Efendi çözer" derler ve Padişah da kabul eder.
Hâlet denen adam için bulunmaz bir fırsattır.
Hemen harekete geçer.
Çünkü Hâlet Efendi krizi fırsata çevirmede çok mahirdir.
Bağdat'a gider ve sorunu çözer.
Ama nasıl..?
Musul ve Baban Mutasarrıflarının yardımı sayesinde…
Ama Hâlet  öyle biridir ki; kişisel PR'ını yapmakta, kendini öne çıkartmak ve başarıyı sahiplenmekte üstüne yoktur.
Muzaffer bir komutan edasıyla İstanbul'a döner.
Padişah II. Mahmut'un gözüne girmiştir, artık.
Padişah onu Özel Kalem Müdürü/Özel Büro ve gizli haberleşme müdürü/ Saray sözcüsü/ Mektupcubaşı/ protokol müdürü gibi özel ve mahrem pek çok görevleri içeren Rikab-ı Hümayun Kethüdalığı diye bir göreve atar.

Bu zat-ı muhterem uzun zaman kaldığı bu görevde padişahı öyle bir etkiler ki; Başdanışman olur.
Artık halk arasında "Devlet Kahyası"dır.
Yani Padişahın bir numaralı adamıdır.
Tüm tayin ve aziller ondan sorulmaktadır.
Hâlet'in izni ve müsadesi olmadan kimse padişahla görüşemez ve bir üst makama yükselemez.
Hatta işini çok kötü yapsa bile, çalıp çırpsa bile, halka zulmetse bile; eğer Halet'in adamıysa, o kişi Padişah nezdinde en iyi idarecidir..!

Bu arada genç yaşta servet edinirken iş tuttuğu Fenerli Rumlar'la yeniden ve daha güçlü bir teşrik-i mesaiye girer.
Yolsuzluk gırla gitmektedir ama kimse Hâlet Efendi'ye laf edemez.
Edenler; ya sürgüne gider, ya da ölüverir.
Yahut her devirde olduğu gibi o dönemde de en etkili aparat ve anahtar olan "itibarsızlaştırma" süreci başlar.
Artık zındık mı dersin, kafir sevici mi dersin, para/mal/uçkur düşkünü mü dersin, Sultanı düşürmeye çalışan darbeci mi dersin; her türlü itibar suikastına maruz kalma ve yargısız infaz kaderin olur.

Bir örnek vereyim.
Rum ayaklanmasında ters düştüğü Halil Efendi'ye çok kızgındır.
Adamı sürgünden sürgüne yollar.
Yetinir mi..!
Asla…
Çünkü itibarsızlaştırarak haysiyetine dokunmadan olmaz..!
Adamın karısı Hacce Hanım'ı büyücülükle suçlayarak ücra bir yerde feci şekilde öldürtür.
Böyle kötü bir adamdır; Hâlet denen şeytanın insan kılığına girmiş hallisi…
Ve Halil Efendi kahrından beyin kanaması geçirir, felç olur ve sonra da ölür.
Sonra da Halil Efendi ve karısı için üzgünmüşlük içinde fatiha okuyacak kadar da yüzsüzdür, bu timsah..!
Merhametsiz/kindar/muhteris biri olan bu adam çok yönlü çalışır.
Yeniçeri Ocağı ileri gelenlerine yıllardan beri hediyeler verir ve bahşişler dağıtır.
Ve böylelikle; hem menfaatlerini devam ettirmiş ve hem de muhaliflerini sindirmek için tetikçileri hep hazır olmuştur.
Adam II. Mahmut'u bile yeniçerilerin isyanıyla tehdit etmekten  imtina etmemiştir.

Öyle bir adamdır ki;
Yeri gelir Batı'cı olur; çünkü o an işine öylesi yarıyordur.
O esnada muhalif birisi Batıcı bir söylem etse; eyvah ki eyvah…
Hain/casus/Frenk taraftarı ve dış güçlerin adamısındır.
Ya da din düşmanı/Hristiyan muhibbi/ ahmak-aptal ve katli vacip birisi oluverirsin..!
Daha ilginci ise nedir biliyor musunuz..?
Tüm bu zalimlik/haksızlık/ adaletsizlikleri yapan adam saygın bir Mevlevî’dir.
Evini devrinin seçkin şahsiyetlerinin toplandığı bir mekân haline getirmiştir.
Burada ilmî ve edebî sohbetler yaptırır.
Misafirlerine ikramda cömert, hediye dağıtımında bonkördür. Hiçbir şeylerini eksik etmez.
Çünkü Hâlet denen yavşak öyle iyi bilir ki; kaz gelecek yerden ördek esirgenmez.
Şeytana bile gıpta ettirecek bu adam, aynı zamanda iyi bir hatip ve şair olarak da bilinir.
"İki yüzlü" değil "bin bir surat" bir adamdır, Hâlet Efendi…
Adı Halet değil de Nalet koyulsa tam isabet olurmuş doğrusu….

Pardon, tanıdık mı geldi…
Anlayamadım, ne dediniz..?
Lütfen daha yüksek sesle söyler misiniz.?
Haaaa… şimdi oldu,
Anladım; "şeyini sallasan Halet Efendi'ye çarpıyormuş, günümüzde…" demek istedinizzzz…
OGÜNhaber