-Sen de yorgun musun, Troyalı…
-Yorgunluk da ne ki; dinlenirsin geçer…
-Yani..?
-Bitkinim, bitki gibiyim, tükenmişim ve tepkisizim…
-Ne diyorsun sen… Ot mu kesildin; sen böyle değildin, Troyalı…
-İstediğini söyle; ister kız, ister ağlat,
Umurumda değil hayat,
İtirazı da bıraktım,
Neyi dayatırsan dayat…
-Sana ne oldu, şaşırtıyorsun beni; idealin mi yitti yoksa melalin mi bitti,
Yüreğin mi ümitsiz yoksa ümidin mi yüreksiz, Troyalı…
-Şair diyor ki;
“Ve belki, ne yazık,
Hatta en güzel yalan,
Beni kandıramıyor artık.
Artık söz sarhoş edemiyor beni,
Ne başkasının ki, ne de kendiminki…”
-Ah ah… sana bir haller olmuş, Troyalı…
Artık "argınlık sendromu" mu başlamış yoksa "yorgunluk" mu; bilemedim şimdi…
Henüz 12 Eylül gelmemiş, Darbe olmamış, Kenan Evren sahne almamıştı.
Çocuktuk; erken büyümek zorunda kalan çoluktuk.
Ama sağcı solcu, ülkücü komünist nedir, bilirdik.
Mesela, saçı uzun, bıyığı kaba ve alt dudağına değen birisi komünist idi.
Hatta giyilen “parka”dan bile; sağcıyı solcuyu anlardık.
Bir de, babalarına bakar oğulların tarafını söylerdik.
Çünkü Demirel’cinin oğlu ülkücü, Ecevit’cinin oğlu komünist olurdu.
Ama arada farklılık da olur; aynı babanın bir oğlu komünist, diğeri ülkücü de çıkabilirdi.
Toplumsal kamplaşma ve kutuplaşma öyle bir hal almıştı ki;
Bir kısım vatandaşlar komünist diye neredeyse Moskova’ya gitmeliydi.
Bir kesim ise dağlara muhabbet besler; "Hira Dağı kadar Müslüman, Tanrı Dağı kadar Türk" diyerek, manidar bir dağ aşkıyla yanıp tutuşurdu.
Sağ ve sol kol arasında anlam, önem ve işlevsellik açısından uzun uzun tartışmalar yaşanırdı.
Sol kol Marx ve Moskova ile özdeştirilerek; solak olmak bile dışlanır olmuştu.
Bir de sol, sağ’la aynı değer ve önemde olsaydı; taharet neden sol’la yapılaydı ki… Doğmatik şekilde belirlenmişti; sol kol ve elin fonksiyonu…
Bu yüzden de, farklı parti mensubu olmak; başka dinden olmak gibiydi, neredeyse…
Senin safında olan, her kim olursa olsun iyi, güzel ve makbuldü; karşı partideki ise kötü, düşman ve reddedilendi.
Gün geçmesin ki; siyasi bir kavga, çatışma veya olay olmasın…
Rutinleşmişti artık.
Hatta vurmak, dövmek, öldürmek övünç vesilesiydi.
Sanki, düşmanı eksiltmenin hazzına varırcasına…
80-90 haneli köy, toprak damlı evlerle doluydu.
Serpiştirilmiş birkaç kiremit çatı ve betonerme ev vardı.
Herkes birbiriyle uzak-yakın, bir şekilde hısım-akrabaydı.
Fakat Türkiye geneline hakim olan siyaset ve siyasi kavgalaşma, bu küçücük köyde bile neşv ü nema buluyordu.
Hiç unutmuyorum.
Evimizin önünde, sokakta oynuyorduk.
Bir hane öteden, silah sesi geldi.
Sonra bağırış çağırış, feryat figan…
Bizim evin avlusuna koştuk.
Herkes ayaklanmıştı.
Komşu teyze, üstünü başını yırtarak avluya daldı.
Avlunun ortasında saçlarını yolarak; "vurdu, vurdu… öldürdü…" diyerek, çıldırmış gibi kendini yerden yere atıyordu.
Oğullarından büyüğü celal’li bir ülkücü, küçüğü ise komünizmin köydeki remz’i (işaret) gibiydi.
Bizim için, ikisi de abi idi.
Ama biri diğeri için düşman, hasım ve altedilmesi gerekendi.
Ülkücü olan, komüniste ateş açmıştı.
Sonra öğrendik ki; isabet ettirememiş ve "komünist kardeş" yaşıyordu.
Ortalık biraz dinginleşince "ülkücü abi" büyüklerimizin yanına geldi ve olayı anlatmaya başladı.
"Kafasına odunla vurdum, düştü.
Ama sonra geri kalktı ve kaçmaya başladı.
Sokakta köşeyi dönerken ateş ettim. Bir saniye ile kurtuldu…"
Kardeşine, öz kardeşine, karındaşına ölümcül kin ve nefretini adeta iftiharla ve bir kahramanlık gibi anlatıyordu.
Amcalardan birisi; "şöyle şöyle vursaydın kafasına, şöyle böyle ateş edip de öldürseydin…" diye hayıflanmasını dile getiriyordu.
Şaşkınlıkla izliyordum olanları…
Olanlar o kadar kanıksanmış, rutinleşmiş ve yapılması gereken gibiymiş gibi cereyan ediyordu ki..!
Hal ve durum böyleyken,
Aileler bile kamplaşmış, kutuplaşmışken,
İnsanlar saflaşmışken,
Ölümcül bir nefret ve kin patlaması yaşanırken;
Bir sabah, amcamın kocaman radyosundan Hasan Mutlucan’ın kahramanlık türküleri duyulmaya başladı.
Babam telaşla; "ihtilal olmuş, ihtilal" diyordu.
Artık Kenan Evren sahnedeydi.
"Tencereyi pislettiler" diyordu; siyasiler için.
Ayrım gözetmeksizin herkesi içeri tıkıyordu.
Şah da vezir de aynı torbaya giriyordu.
Peki, o ana dek yaşananlarda Kenan Paşa’nın hiç mi payı yoktu.
En büyük sorumlulardan birisiydi.
Çünkü "Antalya’da Tapu kadastro Müdürü" değildi.
Genelkurmay Başkanıydı.
Ama kimse bunu ne sordu, ne sorguladı ve ne de üzerinde düşündü…
Halk kurtarıcı gözüyle baktı ve neredeyse "iyi ki darbe oldu da, huzura kavuştuk" dedi.
Neden..?
Çünkü halk yorgun ve argındı beyim…
Yormuştu siyaset, bezdirmişti siyasiler…
Tüketmişti milletin enerjisini,
Yok ediyordu kardeşliği; kardeşlik hukukunu…
Düşünsene beyim; ülkücü abi, öz kardeşini öldüremediği için hayıflanabiliyordu…