30 yıldır tanıdığım bir dostum "size yaşadığım bir olayı anlatayım" dedi ve başladı anlatmaya…
"Yıl 1994..
Başbakanlık Özel Kalemde çalışıyorum.
Müşterek bir dostum kanalıyla biri Konya diğeri Kahramanmaraşlı iki arkadaş yanıma geldi.
Maruzatları vardı.
Kıdem, liyakat ve ehliyet olarak müdürlük görevini haketmişlerdi.
Ne yazık ki her devirde olduğu gibi o dönemde de hakettiğin bir şeyi elde etmek için “referans” denen şeyin; daha türkçesiyle "torpilin" olması gerekiyordu.
Hiç olmazsa; bürokratik iş ve işlemlerin hızlanması için de olsa olmalıydı.
İlgili karar mercileriyle görüştüm ve birisi Sümerbank’ta, diğeri ise bir Sağlık Meslek Lisesine müdür oldu.
Takriben iki ay filan geçmişti.
Ben bu olayı unutmuştum bile.
Çünkü bu hal, bürokratik işleyişin adeta olağanı gibiydi.
Tesadüf mü yoksa tevafuk mu; ikisi aynı gün ziyaretime geldi.
Benim rutinim olan bu durum onlar için ekstrem bir imkana kavuşma gibi değerlendirildiğinden teşekkürlerini ifade için; birisi memleketi Maraş’tan iki battaniye, diğeri ise süzme yoğurt getirmişti.
Ne gerek vardı filan dedim ama akşam olunca getirdiklerini de alıp eve gittim.
Ne yazık ve gariptir; ben bile bunun rutinliğini öyle kanıksamışım ki…
Bunu eve varınca farkettim.
Eşim başladı sormaya;
Bunlar kim getirdi..?
Neden getirdi..?
Sadece sana mı getirdi..?
Hep böyle getirirler mi..?
Anlattım; “ben filan zamanda, falanca durumda bunlar için şunu şunu yapmıştım. Teşekkür mahiyetinde getirdiler” diye…
Anlamaz, anlattıklarımı…
Kabullenmez…
Ve oldukça kızgın halde;
Sen eğer bu kişilerin hakettiği bir şeyi yaptın ise teşekküre ve akabinde hediyeye ne gerek var..
Sen onların işlerine aracılık etmesen getirirler mi idi, peki..? diyerek; açıklamalarımı reddetti.
Ve "ben bunları ne yer, ne de kullanırım", dedi.
Süzme yoğurdu apartman görevlisine verdi.
Battaniyeleri ise; "var git kime veriyorsan ver" diyerek, elime tutuşturdu.
Ben de götürüp işyerindeki hizmetliye verdim.
Ertesi gün kendi başıma kalınca; eşim neden böyle davrandı diye düşündüm…
Çünkü hani bir fıkra var ya; ölünün yanında bir gece kalan hamala sorulan soruları ve bir iple eyerin hesabını verememesi gibi…
Ben de, sanki o durumda kalmıştım.
İşin sırrını çözdüm tabi…
Eşim Almanya’da doğup büyümüştü.
Hem de "gavur" memleketinde…
Hak, hukuk, adalet sözkonusu olunca hemen dini devreye sokar; onlar “gavur” der ve her türlü kötülüğün irtikap edilebiliyor olduğu sansasyonuyla ahkam keser, mangalda kül bırkakmayız ya…
İşte o Almanya’da, “gavur memleketinde” büyümüştü.
Biz ise anlı şanlı Müslümandık.
İslamî ahlak ve edebe sahiptik.
Ama hak, adalet, liyakat gibi konularda hassasiyeti olduğunu düşünen birisi olarak ben bile “herhangi bir şeymiş” gibi onları eve alıp götürebildim.
Allah razı olsun hanımdan ki; neleri neleri rutinleştirip, sıradanlaştırmışız; sayesinde farkettim.
O gün bugün, bu örnek hiç aklımdan çıkmaz ve kulağımda küpedir…”