Çünkü bürokratik kadrolar ve özellikle de üst düzey yöneticiler son derece tedirgin. Devletin rutin işleyişi için yapılması gereken iş ve işlemlerle ilgili imza atmaktan bile imtina edilir hale gelinmiş. Adeta Genel Müdür alt kadrolarıyla konuşmaktan korkar hale gelmiş, telefonla konuşma durumu zaten tam bir “panic room” psikolojisi… kurumsal işlerin yürüyüşüyle ilgili, bir görevli diğerine tereddütle bakar halde; “acaba şuanda söyleyeceğim şeyler yarın başıma iç açar mı” diye…
Diyebilirsiniz ki, ya neden birşey demekten korkuyor ki, nasılsa “çiğ yemeyenin karnı ağrımaz”. Ama kazın ayağı hiç de öyle değil. Durum öyle bir hal almış ki, ak kara, kara ak gibi algılanacak tedirginliği oluşmuş.
Kamuda üst düzeyde bir dostumla konuştum. Duyduklarım gerçekten durumun, devletin, ülkenin içinde bulunduğu vehameti gösteriyor; “ Önüme gelen dosyaya imza atamaz oldum, normalden iki defa daha fazla inceliyorum ama yine korkuyorum. Çünkü yıllar önce attığın bir imzadan dolayı bugün muaheze ve muhakeme için bir sabah evinden alınmama garantin yok. Ne kadar doğru iş yapmış olsan da, hakkında açılacak bir soruşturmayla birlikte, medyatik linç, yargısız infaz ve karalama kampanyası başlıyor, mahkemeye sevkedilmeden bile salıverilsen, artık masumiyetinle kimsenin ilgilendiği yok. Algı’sal linç olmuştur ve artık vicdanlar sukut etmiş halde toplumsal nazarda bir bitmişlik içindesin. Yargıya güvenemiyosun, çünkü yargı artık devlet içinde devlet gibi çalışıyor, Kimi yargıçlar( tarafsız ve vicdanıyla dosdoğru çalışanlar, kesinlikle söylemlerim dışında), ki sayıları oldukça az yargı camiasında, ama kendi düşünce ve yaklaşımları ve zihni yapılarına mugayir yürütme mensuplarını, kamu idarecilerini kesip doğramak için bahane arar haldeler… -Masumiyet karinesi bitmiş, beraati zimmet esastır- diye bildiğimiz yargısal düstur rafa kaldırılmış, hal böyleyken nasıl imza atarsın nasıl iş yaparsın…”
Yukarıdaki bürokratın anlattığı şeyler gerçekten iç acıtıcı ve can yakıcı şeyler…
Aynı dostumun söylediği şu sözler de çok manidar; “ Her zaman aynı safta namaza durduğumuz kişiler birbirlerine kuşku ve tedirginlikle bakar haldeler. Kim kimin adamı, kim kimdir, yoksa bu adam da mı derin cemaatin adamı, yoksa bu da bildiklerini farklı yollarla, farklı mahfillere ulaştırıyor kuşkusu bürokrasinin içini kemiren bir kurda dönüşmüş halde, Herkesten korkar hale geldim, odam dinleniyor mu, evim dinleniyor mu, takip ediliyor muyum kuşkusu beyinimi yiyor”
Durum böyle kamu bürokrasisinde….
“Devleti kurallar ve prensipler yönetir” sözü şimdilerde unutulmuş maalesef…
Öyle ümit ediyoruz ki yürütme ve Yasama organı kamu yönetimindeki bu tedirginliği, belirsizliği ve korkuyu ortadan kaldıracak ciddi adımları atar. Bu durumdan mütevellit halkın devletine olan güvensizliğini giderici süreçleri hızlıca başlatır.
Özellikle de, kerameti kendinden menkul, ve temsil ettiği görevin gücünü “demoklasin kılıcı” gibi paranoyak şekilde sallayan ve adalet duygusunun hakim olması karinesiyle düşündüğümüz “yargı” nın asıl mecraına girmesi için acil tedbirler alınmalıdır. “Müddei iddiasını ispatla yükümlüdür” genel hukuk prensibi esas alınmalıdır.
Devlet aygıtının en önemli üç unsurundan birisi olan yargının adeta magazinel medyatik figürlerden bir an evvel kurtulması ve mahkeme kararlarında olduğu gibi “millet adına” hareket etmeleri gerekmektedir. Yoksa o kararlarda ihtişamla yazılan “Türk Milleti Adına” söylemi sadece basit bir laftan ibaret kalır ki maalesef bugünlerde bunun tezahürlerini yaşıyoruz.
Ankara önümüzdeki günlerde çok şeye gebe ve adeta karnında ölmüş çocuğu vücuttan atabilmenin sancısı içinde. Bu operasyon bir an önce yapılmazsa ölü bebek tüm vücuda zehir saçıyor, sağlıklı organlara da hasar veriyor….
Sözlerimi Shakespeare’den çevrilen şu mısralarla bitirmek istiyorum;
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen'e...