Çin’de neler oluyor? Xi Jin-ping ve ÇKP

1949'da Çin'de iktidarı Guo-Min-Dang'dan bir iç savaş neticesinde ele geçiren ÇKP, 1976 yılında ölen Mao Ze-dong siyasetine geri dönmüşe benziyor.

Xi Jin-ping, 15 Kasım 2012 tarihinde Komünist Parti Kongresi ile Çin Halk Cumhuriyeti devlet başkanı olduktan sonra Çin kimsenin beklemediği bir yöne evrildi. Son 10 yıldır yaşananlar etraflıca tetkik edildiğinde Çin’in artık daha saldırgan,uluslararası arenada uzlaşmacı olmaktan ziyade çatışmacı,kendine has Çin modelini dünyaya empoze etmeye çalışan bir devlet görüntüsü çizmekte olduğu görülecektir.

Mao Ze-dong döneminde Çin, içe kapalı ve kapitalizmi yok etmeyi temel prensip olarak kabul ede uygulamalara yer veren bir devlet görüntüsündeydi. Mao'nun bir yönüyle bunu başardığı da söylenebilir. Lakin Mao'dan geriye kalan miras sadece çökmüş bir ekonomi, açlıkla boğuşan bir ülke idi.

Mao'nun ölümünden sonra Deng Xiao-ping iktidara gelmiş ve Çin, Mao döneminin aksine Batıya açılmayı önceleyen Çin'e özgü bir sosyalist modele geçmişti. Deng Xiao-ping ile Çin'e özgü sosyalizm ÇKP'nin ekonomide serbest piyasaya geçtiği bir dönemin yaşanmasını beraberinde getirmişti. Deng'in halefi Jiang Ze-min ve Jiang'ın halefi Hu Jin-tao dönemlerinde de Deng'in Çin'e özgü sosyalizm siyaseti devam ettirilmişti.

Deng, Jiang ve Hu dönemlerinde Çin, Komünist Parti'ye sadakat üzerine kurulu kitleleri mankurtlaştırarak ucuz işçi gücü ordusu oluşturmuş, bu durum Çin'i dünyanın fabrikası haline dönüştürmüştü. Lakin bu dönemde, sadece çalışan ve Çin'in daha çok kazanmasını sağlayan halk, kafasını kaldırıp kazanılan paranın nereye harcandığını soramayacak kadar da uyuşturulmuş birer robotlar haline dönüştürülmüştü. Bildikleri sadece ÇKP’ye sadakat ve liderlerinin verdiği emirleri yerine getirmekten ibaretti.

Çin, içeride bu denli halkı mankurtlaştıran bir siyaset güderken dış dünya ile ilişkilerini de yumuşak güç adını verdikleri kimseyi kızdırmayan ve kimseyle polemik oluşturmayan bir politikayı, Çin'in 36 Hileli Siyasetinin bir gereği olarak taviz vermeden yerine getirme siyaseti izlemişti.

2012 yılına gelindiğinde yani Xi Jin-ping ÇKP yönetimini devraldığında Çin, artık dünyanın ikinci ekonomik gücü, sahip olduğu yüksek döviz rezervleri ile dünyaya borç veren ve verdiği borçlar ile dünyada söz sahibi olmak isteyen bir ülkeye dönüşmeye başlamıştı. Aslında dünyayı yönetmek sevdasında olan Çin, bu güce ulaştığını düşündüğü 2012 yılına kadar sinsi siyasetinden büyük bir titizlik içerisinde sessiz-sedasız uygulamaktan ödün vermemişti.

2012 sonrası Çin, muhtemelen durumunun kendisine kazandırdığı psikolojik üstünlük ile Çin kültürünü dünyaya yayarak kültür sömürgeciliğini de kabul ettirmek isteyen bir ülkeye dönüştürülmüştü.

Dışarıda hegemon Çin siyasetini her an uygulama sevdasına tutuşan Xi Jin-ping ve ÇKP yönetimi içeride ise daha merkeziyetçi, daha sol çizgiye dönüş ve daha dikta yönetime dönüşmeye başlamıştı.

Çin'de 2012 öncesinde az da olsa bazı muhalif sesler vardı dahası halk da günlük yaşantısında ÇKP'nin politikalarını bir dereceye kadar eleştirebiliyordu. 2020 yılı itibariyle ÇKP'nin geldiği nokta ise, başta sosyal medya olmak üzere yurtdışı medyanın bütün yayınları, Çin yanlısı yayınlar hariç, yasaklanmış durumda.

2012'de itibariyle Xi Jin-ping, önce en büyük rakibi sabık Chongqing bölgesi genel sekreteri Bo Xi-lai'yi oyuna getirip hapse attırmakla işe başladı. Xi bununla da yetinmedi tabiki. Akabinde ordu yönetimindeki üst düzey yöneticileri çeşitli suçlarla ya ömür boyu hapse mahkum ettirdi ya da bu tür suçlarla ilişkilendirilen kişiler intihar etti. Artık Çin Halk Kurtuluş ordusunda Xi Jin-ping'e karşı gelebilecek veya muhalif ses çıkarabilecek herkes sustu veya susturulmuş oldu.

Xi Jin-ping akabinde Doğu Türkistan'daki işgalci Çin yetkilisi Wang Le-quan'i 5 Temmuz 2009 olaylardaki başarısız görüntüsünü bahane ederek merkeze çekti. Bugün daha net bir şekilde anlaşılan şudur ki, binlerce insanın canına mal olan, onbinlerce insandan bir daha haber alınamayan 5 Temmuz 2009 Urumçi olayları, ÇKP'nin ürettiği güç çekişmesi yani bir komplonun masum Doğu Türkistan halkına reva gördüğü bir insanlık ayıbıdır.

Xi Jin-ping ülkede tamamen ipleri eline alabilmek için bu sefer de ekonomiye el atmış, bu maksatla çeşitli holdinglere gözdağı vermeye başlamıştır. Xi, özel sektördeki şirketlere bile, yönetimde oy hakkı olan ÇKP üyesi bulundurma mecburiyeti getirtmiştir. Bu düzenlemenin bir neticesi olarak Hong Kong'un en zengini Li Jia-cheng, Çin'deki bütün yatırımını durdurup veya üçüncü şahıslara devrederek, sermayesini İngiltere başta olmak üzere Kanada gibi batı ülkelerine taşımak zorunda kalmıştır.

Fakat herkes Hong Kong asıllı Li Jia-cheng kadar şanslı değildi. Mesela Çin'in en büyük inşaat ve emlak sektörü devi Wang Ji-anlin baskılar sonucu yurtdışındaki yatırımlarının çoğunu satıp sermayesini Çin'e getirmeye zorlanmıştır. Şunu da bu vesile ile ifade edelim, Çin'in yurtdışı yatırımlarını sadece devlet yani ÇKP'nin hakim veya söz sahibi olduğu firmalar yapabilmektedir.

Ekonomik çatışmanın son halkasını ise, bizde de çokça meşhur "Alibaba" oluşturmuştu. Şöyle ki Çin'in en büyük devleri Alibaba'nın sahibi Ma-yun, Tengxun'un patronu Ma Hua-teng, Hengda'nın patronu Xu Jia-yin yönetimlerinden ya istifa ettirilmiş ya da emekliye ayrılmışlardı. Anbang sigortanın patronu Wu Xiao-hui (Deng Xiao-ping'in torununun eşi) ise 18 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı.

Bütün bunlardan anlaşılan Xi Jin-ping sadece ordu yönetimini değil, bütün alt katmanlarıyla beraber ekonomiyi de kendisine bağlamak için hummalı bir çalışma içerisine girmişti.

ÇKP'nin eski yönetim şekli olan "daimi komitesi"de bulunan her bir yetkiliye bir görev verilmesi yönündeydi. Mesela ekonomi başkana bağlı, propaganda ayrı birisine, ordu devlet başkanına bağlı idi. Gelinen noktada Xi Jin-ping her açıdan tek olmak istiyor denilebilir. Bu durumu yukarıdaki örneklerde görmek mümkün.

Bütün bunlara ilaveten propaganda da ise şovenist Çin milliyetçiliği pohpohlanmakta, sürekli Xi Jin-ping yükselen Çin'in lideri olarak lanse edilmekte,Xi'nin yazdığı eserleri ve sözleri nutuk haline getirilmekte, tv ve sosyal medyada aşırı yoğun bir şekilde tanıtılıp, döndürülmekteydi.

Bir taraftan Doğu Türkistan ve Tibet gibi milletleri daha kötü şartlarda yaşamaya mahkum edip,bir nevi terorizm ile suçlayıp soykırıma maruz bırakan ÇKP, bu suretle iç düşman oluşturup Han Çinlisi diye adlandırılan halkının sorgusuz sualsiz desteğini alma cihetinde bir siyaset gütmeye başlamıştır. Kabul etmek gerekir ki Xi Jin-Pin ve ekibi bunda başarılı olmuş gözükmektedir. Denilebilir ki, dünyadan bîhaber mankurtlaştırılmış Çin halkının %99.99'u ÇKP'nin Doğu Türkistan ve Tibet'te uyguladığı politikayı benimser hale getirilmiştir.

Xi Jin-ping ve ÇKP yönetimi, dışa açılma siyasetinde ise son 30-40 yıllık ekonomik reformların ülkeye kazandırdığı döviz rezervleri sayesinde hayata geçirdikleri "Kuşak Yol" projesiyle üçüncü dünya ülkeleriyle ilişkilerini geliştirme yoluna tutmuştu. ÇKP’nin ilişki kurulan ülkelerin Çin'e hem ekonomik hem askeri hem de siyasi cihetlerden bağımlı hale getirilmelerine yönelik sinsi siyasetler uyguladığı bilinen bir çektir. Mesela Afrika'da bu hedeflerini başardığını söylemek abartı olmayacaktır. Orta Asya'da da bir nevi başardığı söylenebilir. Sıranın Türkiye üzerinden Avrupa'ya açılmak, bu sayede kültürel sömürgeciliği Konfüçyüs enstitüsüyle dünyaya yaymaya başladığını söylemek de abartı olmayacaktır.

ÇKP ve Çin'e özgü yönetim stratejisinin, Avrupa'ya açıldıktan sonra empoze edilmesi, teknolojide ise Huawei üzerinden batı ülkelerinin teknolojilerinin çalınıp geliştirilerek Çin'i daha güçlü ve hegemon güç haline getirmenin hedeflendiği de söylenebilir.

Sonuç olarak ÇKP'nin dünyanın hegemon gücü olmak ve hükmetmek istediği artık alenen görülmektedir denilebilir. Bir diğer ifade ile Xi Jin-ping de ÇKP de "tek olmak" istiyor ve az da bu hayallerini başardıklarını söylemek mümkün. WHO,İMF,BM,WTO gibi uluslararası kuruluşlarda üst düzey yöneticiler ya Çinli veya Çin yanlısı şahısların başkanlık ettiği birer teşkilat haline gelmiş durumda. Tayvan'ın global dünyada yer almaması için baskı yapmak, Hong Kong'u Çin'in bir iç bölgesi, Afrika'yı arka bahçe haline getirmek suretiyle bunu bir nevi başardıklarını söylemek de abartı olmayacaktır.

İçeride ise muhalefet ve düşünürleri susturmak için en ağır yöntemi kullanarak hapse atmak (709 avukat olayı), İsveç vatandaşı Gui Min-hai'yi Taylan'dan kaçırarak bir günde Çin vatandaşı yapıp 10 yıl hapis cezası verilmesi gibi olaylar Xi Jin-ping'in ne denli bir diktatör ve acımasız bir lider olduğunu göstermektedir.

Xi Jin-ping, halefleri olduğu Çinli liderlerin halkı köle gibi çalıştırarak yaptığı ekonomik hamlelerin bugün meyvesini yemekte, propaganda ile halkını mankurtlaştırmakla bir nevi Mao dönemine geri dönüş yapmakadır.

Xi Jin-ping'in Mao gibi ölümsüz lider olma hevesi ve uygulamalarına karşılık eski başkan Jiang Ze-min ve Hu Jin-tao'nun bazı başarısız girişimleri de oldu. Lakin bu son Wuhan veya Coranavirüs olayının, bir kısım çevrelerce, Xi'nin alaşağı edilmesi için son şans olarak görüldüğüne dair paylaşımlar da yapılmaktadır. Şahsen, aynen 2009 Urumçi olayları gibi, virüs olayının da tamamen ÇKP üst düzey güç çekişmesinin bir tezahürü olayı olduğu kanaatindeyim.

Xi Jin-ping, şayet bunu da atlatırsa, daha güçlü ve daha sert olarak dünyanın karşısına çıkacaktır. Demem o ki siz asıl o zaman curcunayı görün. Bu arada ÇKP'nin son büyük kurultayında Xi Jin-ping'in isteği ile anayasada yapılan tadilat neticesinde başkanın görev süresinin 10 yıllık sınır maddesinin kaldırıldığını, yani Xi'nin ölünceye kadar bu koltukta kalabileceğini buraya not düşelim. Çin’i yakinen takip etmek, dünya siyasetini takip etmekle eşdeğerdir diyelim ve tabi ki takipte kalalım…

OGÜNhaber