Ne kendi gücünü abart ne de düşmanlarını küçümse! Sadece hazırlıklı ol!

(Yazı biraz uzun oldu ama sabrınıza değecektir)

Girdiği her savaşı kazanan, usta bir savaşçı değildir; en büyük zafer savaşmadan kazanılandır.”
Yüzlerce yıl önce yaşamış Sun Tzu böyle diyor.
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nda bu yaklaşımı izledi ve o dönemin konseptinde kazanmak/kaybetmek bağlamında olmasa da kendini koruma anlamında başarılı da oldu denebilir.
Son günlerde Sayın Cumhurbaşkanımızın da dile getirmesiyle birlikte “Gerçekten İsrail Türkiyeye saldırır mı veya orta vadede İsrailin hedefi Türkiye mi? sorularına çok muhatap oluyorum.

Arkadaşlar!
Yaşanan bu durumlar ve bundan sonra da yaşanması muhtemel sıcak savaşlar/vekalet savaşları ve özellikle Türkiye’yi de etkilemesi ihtimal dahilinde olan ekonomik savaşlar benim açımdan yaklaşık 8-9 yıldır dile getirdiğim küresel yeni bir projeksiyon…
Belki duymaktan bile bıktınız,
‘’Yeni Dünya Düzeni ve Yeni Ekonomik/Parasal Sistem’’…
Ben olaylara Türkiye-İsrail çatışır mı?” bağlamının çok ötesinde bakıyorum.

Öncelikle şunu belirteyim:
Türkiye’de bazı siyasetçi ve diplomasi yorumcularından kimisi 3. Dünya Savaşı’nın başladığını, kimileri ise 3. Dünya Savaşı riskini dile getiriyor.
Benim görüşüm 3. Dünya Savaşı başladı ve sürüyor.
İsrail yayılmacılığına ve savunma hakkı refleksinden ziyade Ortadoğu’da oluşturduğu terörizasyon bağlamında Sayın Erdoğan’ın kaygılarına katılıyorum ama nasıl bir istihbarat sonrası bu açıklamayı yaptığını bilmiyorum fakat İsrail’in askeri/siyasi güç, cesaret ve kabiliyetinin Türkiye’ye yönelik bir saldırıya dönüşeceğini düşünmüyorum.
Cumhurbaşkanımız Türk devletinin sorumluluk makamında birisi olarak belki de ön alma ve tedbir bağlamında haklı olarak böyle bir tehlikeyi dillendirmiş olabilir.
Bilgim/öngörüm ve okumalarım çerçevesinde Cumhurbaşkanı’nın konuşmasına referans olan unsurun da, İsrail’in bölgede “Kürt Kartını” kullanmaktan imtina etmemesi ve bugüne kadar Türkiye aleyhine olmasına aldırış etmeden pervasızca bu yolu denemekten imtina etmemesidir.
Türkiye ve diğer bölge ülkeleri için dikkate alınması gereken tarihsel bir rapor var.
 1982’de Oded Yinon denen bir adam tarafından “İsrail için Bir Strateji” başlığıyla yazılan “Yinon Planı”…
Muhtemelen de yazdırılmış. Çünkü İsrail stratejisine dair bir makaleyi kendi kendine yazmak biraz yürek ister.
Bu makalede şunlardan bahsediyor:
—İsrail'i çevreleyen Müslüman Arap dünyası, Fransa ve Büyük Britanya tarafından etnik olarak 19 devlete bölündü.
Pan-Arabizm (Arap Birliği) çökmeye mahkûm bir iskambil kulesi gibidir. Çünkü düşman etnik azınlıklardan/farklı mezheplerden ve çoğunluklardan oluşuyor.
Mesela Şii
lerin çoğunlukta olduğu Irakta Sünnilerin, Sünnilerin çoğunlukta olduğu Suriyede Alevilerin, yine Şiilerin fazla olduğu Bahreynde Sünnilerin yönetime getirilmiş olması bir bilinç dahilinde  ve özellikle inşa edilmiş bir yönetselliktir.
Her türlü “Arap içi etnik/mezhebî çatışma” İsrail için avantaj olacaktır.
Irak,  Musul civarında Kürt Bölgesi, Basrada Şii Bölgesi ve Bağdatda Sünni Bölgesi olmak üzere üç merkeze bölünmeli,
Lübnan’ın güneyi alınmalı ve gerisi ikiye ayrılmalı,
Haşimi Krallığı tarafından yönetilen Ürdün'ün tasfiyesi ve Batı Şeria'dan Ürdün'e Filistin göçünün artması.
Suriyenin, mezhebi/etnik ayrışma çerçevesinde iki veya üçe ayrılması…
Bugün yaşananlar ve bölge ülkelerinin geldiği duruma bakınca Yinon Planı’nı yabana atmak veya İsrail fantezisi demek mümkün değildir.
Kaldı ki bu konuda kendisi de bir Yahudi göçmen çocuğu olan filozof/politik aktivist Noam Chomsky’nin tespitleri de bu minvalde ve uyarı niteliğindedir:
Yinom Planındaki bu uç fikirler konusunda rehavete kapılmamak gerekir.
 Siyonizm'in ve daha sonra İsrail'in tüm tarihi, özellikle 1967'den bu yana, eskiden sağcı aşırılıkçılar olarak görülenlerin pozisyonlarına doğru kademeli bir kaymanın tarihidir.”

Şöyle bir soru soracak olursak;
Ortadoğu’nun şimdilerde yaşadığı durum/İsrail saldırganlığı Türkiye’yi de etkiler mi?
Kesinlikle evet. Zaten kırılgan bir ekonomiye sahip ve özellikle doğalgaz/petrol gibi ana tüketim ürünlerini ithal eden ülkemizi mutlaka etkiler. Tıpkı Rusya-Ukrayna savaşının ülkemizi ve tüm dünyayı etkilediği gibi…
İsrail’in “Vaad edilmiş topraklar” ideal ve iddiası diye bir realite var mı?
Evet, var.
Ama unutulmamalıdır ki herkes her şeyi isteyebilir. Bireysel olarak da böyledir, dinsel olarak da böyledir, ülkesel olarak da böyledir.
Ama herkesin her istediği olacak diye bir kaide yok!
O halde biz de kalkıp 400-500 yıl Osmanlı hakimiyetinde olan topraklarla ilgili yayılmacı bir politikayı hakkımız olarak görüp buna göre iddiada bulunalım... Bu durumun reel politika ile uzlaşır, kabul edilebilir veya realize olabilir bir yanı var mı Allah aşkına…
Yok efendim, İsrail’in planladığı haritanın kuzey ucu Hatay’ı da içine alarak Türkiye’ye de giriyormuş…
Aman efendim, İsrail Anadolu’yu da hedef yapacakmış…

Arkadaşlar!
Bu ülke ne haritalar gördü!
Suriye, yıllarca Hatay’ı kendi haritasında gösterdi,
Birileri, haritalarında Trakya’yı kendi ülkesine dahil etti,
Başka birileri Güneydoğu Bölgemizi içine alan bilmem ne haritaları dağıttı.
Diğer birileri Sivas’tan ötesini kağıt üzerinde aldı götürdü!
Demek ki neymiş?
Herkes her şeyi diyebilir, yazabilir, isteyebilirmiş.
Ama herkes her dediğini yapamaz, istediğini elde edemez!
Vay efendim, “İsrailoğulları kendisini seçilmiş halk olarak görüyormuş!
Görebilir/düşünebilir/iddia edebilir!
Ona bakarsan Hristiyanlar da Müslümanlar da kendini Tanrı’nın seçilmişleri/Tanrının en son ve hak dini mensupları olarak görüyor ve görebilir.
Bu inanış, o halka veya o dinin mensuplarına Tanrı’nın mutlak ve kesin bir zafer vadettiğini gösterir mi!
Yeniden söylüyorum:
Sıfır rehavet ve mutlak tedbir,
Ama kendi gücünü görmezden gelici şekilde başkasının gücünü yüceltici söz ve söylemler, özellikle devlet diliyle söylenirse doğru değildir.
Kaldı ki Cumhurbaşkanımız da son konuşmasında söylenmesi gerekeni söyleyip ülkesel moral ve motivasyonu öne çıkartmıştır.
“Şunu herkes bilsin ve anlasın: Türkiye büyük bir ülkedir.
Türkiye, 2300 yılı aşan köklü birikimiyle tecrübeli bir devlettir.
Türkiye, 85 milyon vatandaşıyla bölgesinin istikrar ve güven kaynağıdır. Büyüklüğümüze yaraşır şekilde bugüne kadar nasıl devletimizin ve milletimizin güvenliğinde hiçbir zafiyete izin vermediysek şimdi de aynı hassasiyetle, aynı soğukkanlılıkla, aynı kararlılıkla ve elbette aynı stratejik akılla hamlelerimizi planlıyoruz.”

Bu sözlerin altına ben de imzamı atıyorum.

Netanyahu’ya baksanıza,
Adam “Ortadoğunun her yerine elimiz-kolumuz ulaşır. Her yerde kulağımız vardır.” diyebiliyor.
Ne ölen askerlerini ne de vurulan binalarını görebiliyoruz.
Neden?
Seçilmiş oldukları ve Tanrı tarafından kutsandıkları için değil. Var olan gücünden çok daha güçlü görünerek tüm bölgeye korku salmak ve bu minvalde algı operasyonu da yaparak psikolojik üstünlük elde etmek için…
Maalesef İslam dünyasının en büyük handikapı budur. Yani akıl/bilim/vicdan/hukuk kapıdan içeriye sokulmuyor, üretimin kırıntısı yok ama bol keseden tüketim had safhada, israfın dibine vuruluyor, adları Müslüman ama İslamî esaslar umurlarında bile değil, ihtilaf ve tefrika almış başını gidiyor,
Elin oğlu dünyanın dört bir yanındaki Yahudileri çağırmış, Arap coğrafyasının göbeğine getirmiş ve bir devlet kurdurmuş. Sen ise mezhep demiş/etnisite demiş/kabile demiş sürekli birbirini yemiş,
Sonra da kalkmış Allahım! İsraili kahret!/Bizi İsrail zulmünden kurtar!/Müslümanlar neden böyle perişan halde!” diye ağlak bir İslamcılık ve zavallı bir Müslümanlık yapıyorsun.
Allah, nerede ve kime, sebepleri yerine getirmeden/çalışmadan ve yan gelip yatarak başarı vermiş/kazandırmış ve düşmanlarını mağlup etmiş.
İslam tarihinde böyle bir şey görülmüş mü Allah aşkına!

Diğer yandan işin aslına gelirsek;
ABD’nin şu anda en büyük rakibi/hasmı ve hedefi Çin’dir.
Ambargo altındaki İran’ın en büyük ticaret ortağı kim?
Önce Çin, sonra Rusya.
Ortadoğu’da Hamas gibi Sünni örgütler de dahil ama özellikle Hizbullah başta olmak üzere diğer Şii örgütlerin hamisi/koruyucusu İran. Hatta Yemen’de Husi’lerin de…
Çin’in en büyük isteği Ortadoğu/Afrika bölgesine girmekti ve bir müttefike ihtiyacı vardı.
Bu İran’dı ve İran’la başlayan süreç bazı Arap ülkeleri ile stratejik toplantılar noktasına kadar geldi.
Çin, bunu neden bu kadar çok istiyordu?
Ortadoğu hem enerji ve su hatlarının kavşağı, hem de küresel petrol ve doğalgaz üretiminin merkezi olduğu için.
Şu anda İsrail saldırganlığını bir nevi Amerikan tetikçiliği olarak düşünülmeli ve menfaat birliği olduğu için ABD tarafından ses çıkartılmayıp desteklendiği unutulmamalıdır.
İsrail saldırılarının Çin ve Rusya ile işbirliği başlatan veya düşünen Arap ülkelerine de ciddi bir gözdağı olduğu gözden ırak edilmemelidir.
Şunu da belirteyim:
İsrail’in teolojik istekleri veya seçilmişlik vb. hezeyanları Amerika’nın da işine geldi ve şimdilik gelmeye de devam ediyor.
Ama unutmayın ki dünya Siyonistlerce yönetilmiyor ve hatta Amerika’yı bile elinde tutan daha üst bir akıl var. Kimse bunu görmezden gelmesin ve gelişmeleri değerlendirirken sadece İsrail bağlamıyla hareket etmesin.

Sonuç:
—Türkiye’nin hazırlıklı olması ve yeni hazırlıklar yapması şarttır.
Çünkü zaten karışık olan bölge daha da karışmaya başladı.
Şu anda yaşanan tehlikeli gelişmeler bile ülkemiz için bir topyekûn seferberlik sebebidir.
—Özellikle 15 Temmuz Darbe Girişimi nedeniyle Silahlı Kuvvetlerinde ortaya çıkan teknik/taktik/personel/istihbarî eksiklikler bir an evvel tahkim etmelidir.
—Başta ordu olmak üzere ülkenin ve devletin ekonomik/toplumsal/psikolojik tüm reflekslerini sıcak savaşa göre müteyakkız hale getirilmelidir.
—Savaşlar, çatışmalar ve istikrarsızlığın en doğal sonuçlarından birisi de göçtür. Bu noktada göçün en ideal hedefi komşu ve yakın ülke topraklarıdır. Suriyeli mülteci sıkıntımızın nasıl ortaya çıktığını düşününce muhtemel bir göç dalgasına karşı hiç olmadığı kadar hazırlıklı ve tedbirli olmalıyız.
—Akıl ve akılcılık içinde/etnik ve dini romantizmden uzak şekilde ve maceraperestlik içermeyen derin bir diplomatik anlayış ve stratejik derinlikle hareket etmeye mecbur ve mahkumuz.
—Bölgenin etnik/mezhebi/dini hassasiyetini göz önünde tutarak, bölgesel klikleşmelerin üstünde bir bakışla ve lokalize olmadan, herhangi bir devletle veya inanç gruplarıyla duygusal bağ kurmak yerine tarafsızlığı esas almış bir objektivite içinde hareket edilmelidir.
Tamam da, ülkemiz için yakın savaş tehlikesi görmüyorum/İsrailin doğrudan bir saldırısına ihtimal vermiyorum deyip bunları yapmalı diye neden söylüyorsun?” diyebilirsiniz.
Cevabım şudur:
Tüm söylediklerim, bir devlet için bedel ödetebilme gücü ve caydırıcılık algısı çok önemli olması sebebiyledir.
Bu bağlamda,
Gücünü abartmadan ama düşmanı da küçümsemeden ve düşman algısını yüceltmeden sergilenecek olan devlet refleksi dokunulmazlık getirir.
Ve, “En büyük zafer savaşmadan kazanılandır!




Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah'a emanet olun sevgili okurlar.

OGÜNhaber