Konuya muhafazakarlığa anlam veren temel esas ve içerikten bakarsak; yaramadı.
Eğer ki devlete sahiplik boyutuyla bakarsak; muhafazakar kitle iktidar oldu ve nihai hedefini elde etti.
Uzun yıllar Kemalist ideolojinin, kendinden olmayan kesime ve özellikle muhafazakarlara dair alan daraltıcı ve kısıtlayıcı yaklaşımı muhafazakar kitlenin ana beslenme damarı oldu.
Marjinalite, kamusal alandan dışlanma ve hayatiyet sorunuyla karşı karşıya oluş muhafazakar kitlenin gün be gün güçlenmesini sağladı.
Ki bu dönemlerde muhafazakarlık, anlam ve mana dünyasına muvafık ve mutabık bir zihinsel algı, yaşam tarzı ve varoluş gösteriyordu.
Temel iddia ve talebi adalet, insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü, hakça bölüşüm, eşitlik gibi İslam referanslı ve aynı zamanda evrensel insani değerler de denecek talep ve isteklerdi.
Somutlaştırırsak; muhafazakar kitlenin de devlet nezdinde, yaşam tarzı tercihlerini muhafaza ederek eşit koşullarda temsil edilmesi ve kamusal haklardan yararlanması idi.
Kemalist ideoloji ve militarist zihniyet bu kesime dönük muhtelif şekillerde darlama refleksini artırdıkça muhafazakar kitle genişledi ve siyasal alanda en büyük konumuna geldi.
Ülkenin yaşadığı ekonomik kriz, yerel ve genel kötü yönetim ve güncele dair kimi sorunlar sonrası, dışlanmış tüm kesimler bu kitle etrafında kümelenerek siyasi tercihte bulundu.
Ve 2002 yılında, temeli “muhafazakar kitle” tarafından oluşturulan AK Parti iktidarı yönetime geldi.
2010’lara kadar “insani değerler” ve “herkesi kapsayan talepler”i yaygınlaştırmak ve yerleştirmek için de mücadele verildi/verilmeye çalışıldı.
Özellikle; o ana dek iyice genişleyen merkez-kenar mesafesini daraltmaya, “herkesi” kapsayan bir adalet, eşitlik, özgürlük algısıyla hareket etmeye gayret sarfedildi.
Bu alanda ciddi mesafe de katedildi
Sivil darbe denecek boyutta pozitif dönüşümler yaşandı.
Halk hemen her seçimde % 50 civarı oyla iktidarı yine ve yeniden AK Parti’ye verdi.
Muktedir bir iktidar olma yolunda ciddi engel, bariyer ve hatta darbe teşebbüsleri oldu.
Ama engeller birer birer aşıldı.
2010’larda kamusal hakimiyet tamamen muhafazakar iktidarın eline geçmişti.
Asıl sorun da bu yıllardan su yüzüne çıkıyordu.
Muhafazakar kitlenin siyaset ve iktidar olmakla imtihanı başlamıştı.
Tam ve muktedir iktidar sahipliği muhafazakar kitlenin dönüşümünü (maalesef yozlaşmayı) de başlatıyordu.
2002’de kanaat sahibi, haram-helal bilen, beytülmal hassasiyeti olan, yolsuzluk-yoksulluk karşıtı muhafazakar kitle, artık ekonomikleşiyordu.
Bizim de zenginimiz olsun, fabrikatörümüz olsun, konforlu yaşamlarımız olsun gibi hasis, muhteris, mağrur ve mütekebbir refleksler ortaya çıkıyordu.
Bu yeni süreçte muhafazakar kitle çabasını farklı konulara teksif etmeye başlamıştı.
Hele de son dört-beş yıla baktığımızda muhafazakar kavramdan sadece “kar” kısmı kaldı ve bu maddesellik gün be gün her şeyin önüne geçmeye başladı.
Muhafaza’dan eser kalmıyordu.
Dinin kaynağı ayet ve hadisler, yapılan dünyevi fiil ve eylemleri “dinselleştirme” aracı olarak kullanılmaya başlandı.
Bu kitleyi oluşturan cemaat, tarikat, dernek ve vakıflar devleti ve imkanlarını parsellemede adeta yarışa giriştiler.
Ve ne acıdır ki; FETÖ denen illet de bu dönemde kamusallıkta zirveye ulaştı ve maneviyat maskeli cemaati örgüt ülkede Darbeye bile teşebbüs bile edebildi.
Muhafazakar Kitle öyle bir hale geldi ki; bu ihanet girişiminden bile ders çıkartmadı.
Bu cemaati terör örgütünden boşalan yerleri yeni ve farklı formatları doldurmaya başladı. Adeta devlet sadece ele geçirilmesi, istifade edilmesi, etinden sütünden yararlanılması gereken bir pasta idi ve artık hak kendilerinindi.
Ve bunun için her yol caiz ve meşru idi.
Gelinen noktada, bir “muhafazakar saadet zinciri” oluştu desek, abartmış olmayız.
Muhafazakar moda ikonları, ritüelleri, enstrümanları boy boy ortalığı süslemeye başladı.
“Kardeşim, Müslüman da zengin olmalı” lafları dillerden düşmez oldu.
“Muhafazakar Nepotizm” had safhaya ulaştı.
(Nepotizm; akraba kayırma veya adam kayırma, öznel ve adil olmayan şekilde yapılan ayrımcılık.)
Bireylerin zenginleşmesi iyidir ve asla karşı çıkılacak bir durum da değildir.
Ama bu zenginleşme nepotizm çerçevesinde ve kaynağını tamamen devlet imkanlarından sübjektif istifadeye dayanıyor ise; işte burada meşruiyet ve “haram-helal” sorunsalı ortaya çıkıyor.
Devlet görevlerinin, kamusal ekonomik imkanların ve iktidar gücünün dağıtımında kendinden olan/olmayan ayrımcılığı geldiğimiz noktada muhafazakar kitlenin “iktidarla imtihanının” hezimeti ve çöküşüdür.
Bu gelinen noktaya rağmen, hala dinsel ritüel ve sembollerin bir siyaset enstrümanı olarak kullanılması, şekli dindarlık enstantaneleri, ahlak boyutu olmayan bir din seviciliğinin öne çıkması bu kitlenin inanç ve idrak dünyasındaki samimiyetsizliğe aleniyet kazandırıyor.
Eski muhalif ve muarız dönemdeki geleneksel muhafazakar yapısını koruyan ve o dönemleri nostaljik bir “ah ahhh” çekişle yadederek, gelinen durumun vahametine içi acıyanlar bile imtihanın kaybedildiğini artık sesli olarak dile getirmeye başladılar.
“Keşke hiç iktidar olmasaydık da kendindenliğimizi kaybetmeseydik” gibi söz ve söylemler yüksek sesle dillendirilmeye başlandı.
Kemalist ideolojinin tazyikiyle büyüyen, gelişen, serpilen ve iktidara gelen muhafazakar kitle artık yok.
Sadece yaşadığı gibi inanamayan bir kesimin yaşadıklarını tolerize etmek için, dini kaynakları tepe tepe kullanarak; dillerine doladıkları, söylemden ibaret ayet ve hadislerle dinsellik örüntü ve görüntülü, suçluluk duygusuyla (kaldıysa tabi) hareket eden
kaybedenler kulübü var.
Son olarak, bugün muhafazakar kitleye ne oldu dersek;
Geriye, kar ve karlılığı maksimize etmeye çalışan, yangından mal kaçırır ve batan geminin mallarına hücum eder gibi davranan kitlesel bir ucube kaldı.
Suçüstü yakalanmışlık içinde ama suçluluk duygusu bile hissetmeyen materyalize olmuş, eleştirdiği seküler ve dünyevi kesime rahmet okutan bir şey kaldı.
Muhafazakar kitleyi bir tesbihe benzetirsek; imamesi koptu ve taneleri her yere dağıldı.
Allah taksiratını affetsin….
Not: Bu yazıyı içim acıyarak, üzülerek ve ölçe biçe yazdım. Bahse konu kitle keşke bu noktaya gelmeseydi de; ben de bu cümleleri yazmak durumunda kalmasaydım. Zorlanarak yazdığım, yazdıkça zorlandığım nadir yazılarımdan birisi oldu. Hatta yayınlayıp yayınlamamayı bile çok düşündüm. Ama acı verse de, dramatik olsa da yazmak ve güneşe göz kapatmamak gerekir dedim ve yayınladım. Görüp, bilip, gözleyip ve düşünüp yazmamak ve sizlerle paylaşmamak kendimi ve inandığım değerleri inkar olurdu.
Bu nedenle de kimse siyasi ve kişisel bir hedef aramasın. Hedefim yıllara baliğ oluşan bir kitleselliği ve bu emeğin dramatik ve travmatik şekilde berheva oluşunu tespit idi.
Keşke olmasaydı..
Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah'a emanet olun sevgili okurlar.