14-15 yaşlarında idim.
Evet, henüz çocuk denecek yaşlardaydım ama Rahmetli babamın iş hayatında olması nedeniyle erken büyüyen veya çocuk yaşta yetişkinleşen birisi oldum.
En milli duygularla yaşanan Kıbrıs Barış Harekatı’nın hissiyatını iyi bilirim.
45 yıldır siyaset/ekonomi/spor ve askeriyeden kimleri ve neleri gördüm neleri…
Fahri Korutürk’ten Tayyip Bey’e; yedi cumhurbaşkanı gördüm.
Başta merhum Demirel olmak üzere bazılarıyla çok yakın ve özel diyaloglarım oldu.
1974’de kurulan Ecevit Hükümetinden bu yana 30 hükümet gördüm.
Güvenoyu alamadığı için bir ay süren hükümetler de gördüm, beş aylık ömrü olanları da,
İkili/üçlü/dörtlü koalisyonlar da gördüm, dışardan destekli azap çeken hükümetler de…
Defalarca gidip gelen Ecevit’i de, altı kere gidip yedi kere gelen Demirel’i de, 12 Eylül Askeri Darbesi ve Kenan Evren’li yılları da, Turgut Özal gibi kesintisiz 8 yıl, Tayyip Bey gibi peşpeşe 22 yıl iktidar olan hükümet ve liderleri de gördüm.
Hiç mütevazi olamayacağım,
Hiçbir devirde, hiçbir iktidar döneminde kendim olmaktan taviz vermedim.
Hiçbir zaman gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövmedim!
Zaman oldu ki bazı iktidar ve liderlerce ötekileştirildim/işlerim batırıldı/sıkıntılara maruz bırakıldım.
Özellikle de Özal’lı yılların sonlarında başıma getirilmeyen kalmadı!
Ama hiçbir koşulda yaşadığım gibi inanmaya yönelmedim,
İnandığım şeyleri söylemeye ve kendim gibi yaşamaya devam ettim.
Bazılarınıza belki garip gelebilir ama öyle çok deneyim biriktirdim ki; adeta az zamanda çok şeyler yaşarcasına…
Aslında anlatacak öyle çok şey var da; buna, ne burası yeter ne de kafanızı şişirmek isterim.
Medya/yayıncılık/TV işinde de aslında yeni değilim ama fiili/resmi ve müseccel olarak 2000’li yılların başında başladım sadece…
Sanırım 2008 yılıydı,
Ogün Gazetesi’ni haftalık olarak çıkartıyorduk.
Merhum Gazeteci Kenan Akın da bizimle idi ve hem deneyimlerinden hem de derin birikiminden istifade ediyorduk.
Bir gün “Neden sen de yazmıyorsun” diye sordu.
Şaşırmıştım çünkü hiç aklımda olan bir şey değildi.
Türkiye’nin siyasi tarihinin son 40 yılının canlı şahidisin; neden olmasın dedi.
Bilirdim ki Kenan Abi’den iltifat ve onay almak çok zordu ve maslahat adına asla konuşmazdı.
Redaksiyon kısmına katkı sağlayacağını da söyleyince “tamam” dedim.
Ve o gün bugündür bazen haftada bir bazen daha fazla gördüklerim/bildiklerim/yaşadıklarım/tanıdıklarım çerçevesinde “Bir Portre” köşesini yazmaya başladım.
Bu vesileyle merhum Kenan Abi’yi de rahmetle anıyorum.
20 yıla çok az kaldı.
Meğer ki yazacak ne çok şeyim varmış…
Ama gördüm ki gazetecilik veya köşe yazarlığı galiba böyle bir şey olsa gerek; ne İsa’ya yaranıyorsun ne de Musa’ya…
Tam bir “aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık” durumu…
Hatta öyle oluyor ki “…artık yazmasam mı acaba…” demekten kendini alamıyorsun.
Ama bu defa da “neden böyle yazıyor ki!” diye serzenişte bulunan bazı dostların “neden yazmaktan vazgeçti ki?” gibi soru işaretlerinin büyüdükçe büyüyeceğini düşünüyor “yazmayı bıraksam mı” düşüncesinden vazgeçiyorsun.
Sonra?
İzahat yetmiyorsa, izah aciz kalıyorsa artık mizah vaktidir deyip; fıkralara vuruyorsun.
Yani bir nevi “izahı olmayan şeyin mizahı olur” diyerek…
Ben de böyle düşünüp,
Mizahın verdiği hoşgörü labirentine girip,
Bu yazımda her yere çekilebilen ama hiç kimseyi hedef almayan,
Biraz düşündürten, biraz gülümseten birkaç fıkrayı kendimi de muhatap tutarak paylaşmak istedim.
Bir Bakan ve Gazeteciler
Bakanın birisi kendini gazetecilere hiç sevdiremez.
Ne yapsa makbule geçmiyor…
Basın her gün kendisiyle uğraşıyor.
Canına tak eder.
Düşünür-taşınır ve nihayet onları mat edecek bir eylem bulur,
Ve ilan eder:
“Pazar günü saat 10.00’da denizin üzerinden yürüyerek geçeceğim!”
Gün Pazar günü ve saat 10:00,
Tüm basın mensupları toplanır ve olacakları merakla bekler.
Bakan tam vaktinde gelir.
Meraklı bakışlar altında elinde bastonuyla denizin üzerinde yürümeye başlar.
Karşı kıyıya kadar da yürüyerek geçer.
Herkesin gözleri faltaşı gibi açılmıştır.
Ertesi günü tüm gazetelerde manşet:
“Bakan, yüzme bilmiyor!..”
--------------------------------
Çocuk ve Politika
Bir karı-koca, 18 yaşındaki oğullarını bir testten geçirmeye karar verirler.
Bir masanın üstüne bir miktar para, bir dini kitap ve bir şişe şarap koyarlar.
Eğer çocuk din kitabını seçerse din adamı,
Parayı seçerse işadamı,
Şarabı seçerse de işe yaramaz tembel biri olacaktır bu testin sonunda.
Gizli bir yere saklanıp olacakları merakla beklemeye başlarlar.
Bir süre sonra oğlan gelir.
Masadakileri görünce önce etrafına bakınır sonra da ilk olarak parayı cebine koyar.
Din kitabını görür, sayfalarını karıştırır ve onu da alır.
Sonra oturur ve şarabı bir güzel içer.
Koca, eşine dönüp der ki:
—Hanım!
Bizim çocuğun durumu sandığımızdan da beter çıktı,
Galiba politikacı olacak!..”
--------------------------------
Öldüren Bürokrasi
Vatandaşın biri gece vakti kasabadan dönerken bataklığa düşmüş.
Akşamın alacakaranlığında “İmdat imdat! Cankurtaran yok mu!” diye bağırıyormuş.
Çarnaçar çırpınırken ve çırpındıkça batarken; birden muhtar çıkagelmiş.
Muhtar, “Arkadaş, ne oldu hayırdır?” diye sorar.
—Muhtarım bataklığa düştüm.
Yok mu oralarda bir dal, ip gibi şeyler,
Uzatıversen de kurtarsan beni...
Muhtar:
Kusura bakma arkadaş,
Ben sana ne ip uzatırım, ne de dal.
“Neden?” demiş bataklıkta batmakta olan adam.
Muhtar:
Arkadaş,
Sen şimdi tam da hazine arazisinin içindesin.
Hazine arazisinin üzerine bir şey yapmak veya bir şey almak suçtur.
Durduk yerde başıma iş açmam…
Bataklıktaki adam:
Hazine arazisinden bir şey almak suçsa ben ne olacağım o zaman burada. Öleyim mi yani!
Muhtar:
Sen hiç merak etme.
Ben şimdi kasabaya gider kaymakama senin bataklığa düştüğünü söylerim.
O da mal müdürünü arar.
İkisi istişare edip seni oradan çıkarmak suç mu değil mi bir karar verirler.
Eğer çıkarmak suç değilse bir itfaiye gönderirler.
O zaman seni oradan çıkarmaya çalışırız.
Bu cevap karşısında kızan, köpüren ve hayretler içinde kalan adam:
Yahu muhtar bu senin dediklerin olana kadar ben burada ölürüm.
Muhtar:
Arkadaş ben sana ölmezsin demedim ki.
Ölürsün ama en azından mevzuata uygun ölürsün...
-----------------------------------------
Gazete Satıcısı
Tuttuğu köşesinde bağırıyor:
İkinci baskııı... 100 lira...
İkinci baskııı... 100 lira..."
Adamın birisi 100 lira öder, gazeteyi alır ve gider,
Ama biraz sonra söylenerek geri döner ve kızarak der ki:
Bre Gazeteci!
Niye yalan söylüyorsun?
100 bin liraya sattığın gazetenin üzerinde “fiyatı 50 bin liradır” yazıyor.
Gazete satıcısı sakin ve bir o kadar da pişkin:
“Aman be amca!
Sen gazetenin her yazdığına inanacak kadar saf mısın?”
Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah'a emanet olun sevgili okurlar.