Erdoğan, Türkiye'nin IMF defterini kapatmıştır..

Temmuz 1944’de kuruldu.
188 üye ülke var.
Türkiye 1947’de İnönü döneminde üye oldu.

8 Cumhurbaşkanı ve 37 hükümet gördü.
İlk stand-by anlaşması 1961’de yapıldı.

1961-70 yıllarında, her yıl bir stand-by anlaşması yapıldı.
1970-78 yılları arası  ara verildi ve stand-by anlaşması olmadı.
1978-80 yıllarını kapsayan bir anlaşma daha yapıldı.

24 Ocak Kararları” sonrası en uzun süreli stand-by anlaşması Haziran 1980’de imzalandı ve Haziran 1983’de sona erdi.

1983’de yeni bir stand-by imzalandı ama bu da sadece bir yıl sürdü.

1984’den sonra 10 yıl stand-by imzalanmadı.

1994’de Tansu çiller döneminde 460 milyon dolarlık bir anlaşma imzalandı.

1999’da Bülent Ecevit döneminde bir anlaşma daha yapıldı.

Şubat 2001 Krizine gelindi ve  19 milyar dolarlık tarihin en büyük stand-by anlaşması imzalandı.

Son anlaşma 2005 yılında yapıldı.
2008 yılında ise IMF’le anlaşma yapmama kararı alındı.
Toplam 19 defa stand-by anlaşması yapmak durumunda kaldık.
Mayıs 2013 tarihinde son borç da ödendi ve Türkiye’nin IMF ile alacak-verecek ilişkisi kalmadı.

IMF ile kronolojik ilişkimiz böyle…

Şimdi olayın siyasi, hegemonik ve sömürge boyutuna bakalım.
Güya IMF’in kuruluş maksadı, “finansal sistemde istikrarın sağlanması ve yatırımcılarda güvenin oluşturulmasıdır

Kağıt üzerindeki amacı bu.

Ama asıl amaç; sömürge, sömürü ve iç işlerine müdahaleden başka bir şey değil.

Bugün 18-20 yaşlardakiler pek bilmezler ama 30-40 yaş ve üzerindekiler IMF’li yılları iyi bilirler.

IMF denince akla gelen; “kemer sıkma, işsizlik ve acı reçete”dir.

Tarım politikasına müdahaledir,
Personel rejimine parmak sokmadır,
Bankaları kontrol etmedir,
Sağlık sistemini dizayndır,
Askeri harcamalara karışmadır,
Yerel yönetimlere ayar vermedir.

Daha neler neler…

Kısaca ve özetle yediğimizden içtiğimize, yattığımızdan kalktığımıza, ceketimize kadar neyimiz varsa, herşeye müdahaledir.

Hükümet kurmadır-yıkmadır,
Bakanları atamadır-azletmedir,
Bürokrasiyi istedikleri şekilde oluşturmadır.
Koalisyonlardır ve yönetilmezliktir.

Daha neler neler…

Çok eskilere gitmeye hacet yok.
2001 krizi sonrası bir Carlo Cotarelli vardı.

Filan tarihte gelecek denir ve daha günler önce kamusal ve medyatik prezantasyon başlardı.

Sanırsın ki, adam bir popstar.

Medya günlerce, şunu giydi, böyle yürüdü, filan yerde yemek yedi haberleriyle dolardı.

Adam IMF’in basit bir memuru idi ama ülkemizde hükümete ayar çeken, atar yapan, talimatlar savuran; kibar görünümlü, şık giyimli İtalyan jönü gibiydi.

Adeta bakanlar üstü bir bakan gibiydi.

Adam personel maaşından, çalışan sayısına kadar her şeye müdahaleyi görev bilirdi.

Sıradan bir IMF memuru ülke siyasetini dizayn eder ve gündemi kendi etrafında dolaştırırdı.

IMF’le yatar, IMF’le kalkardık.

Ekonomik planlarımız ve ekonomi kitaplarımız bile “IMF-stand-by” kavramlarını temel bir doktrin gibi vazgeçilmezleştirmişti.

Sonra bir Kemal Derviş geldi.

Kurtarıcı idi.

Koskoca Dünya Bankası başkan yardımcılığını bırakıp ülkesine himmet ve hizmet için gelmişti.

Başbakan Ecevit de dahil herkes ve hepimiz ağzından çıkacak söze bakar haldeydik.

Adam tenis oynadı, kebap yedi, yok efendim söz söylerken gülümsedi  diye onu takip ederdik.

Adeta iyilik meleği gibiydi.

Giydiği ceket, kravat takış şekli bile ekol haline gelmişti.

Amerikalı eşinin yaptığı her aktivite, tebessüm ve adeta attığı adım ülke gündemimizin milli konusu idi.

Bu “bebek yüzlü melek adam” kurtarıcımız idi.

IMF ve Dünya Bankası az gelişmiş ülkelerin, özellikle de ülkemizin vampirleridir.

Bu iki kan emici örgüt;
Hemen her ülkede yandaş toplar,
İşadamlarına el atar,
Kendi akademisyen, siyasetçi ve bürokrasilerini oluşturur.
Ve zamanın gelmesini bekler.
Öncelikle ekonomiyi kötüye götürürler.

Petrol, doğalgaz ve kur üzerinden manipülasyonlarla ülkenin ekonomik gidişatını kötüleştirirler.

Kötüleşmeyi ve sosyolojik beklentiyi adım adım takip ederler.

Kriz ve kötüleşme başlayınca raportörlerince negatif izlenimler paylaşmaya, işbirliği içinde oldukları derecelendirme kuruluşlarıyla da ülke notunu eksiye dönüştürmeye başlarlar.

Bu esnada sıfatları farklı; ekonomist, yazar, iş adamı,  bürokrat ve siyasetçi tetikçileriyle IMF ve stand-by yapılmalı şeklinde entelektüel söylemler başlar.

Sonra fiyat artışları, karaborsa, işsizliğin başlamasıyla birlikte devalüasyon (paranın değerinin düşmesi) görülür ve gün be gün tırmanış hızlanır.

Tam bankalara sirayet edecekken; mucize kurum IMF şefkat elini uzatır ve ülke için imdada yetişir.

Artık IMF’in yönetsel ortaklığının başladığı an, bu andır.
Artık, ülke yönetimi teslim olmuş demektir.

Görünürde bir hükümet var ama görünmeyen fakat sözü geçen hükümet başı IMF memurudur.

IMF nedir biliyor musunuz..?

IMF canavardır,
Ahtapottur,
Sömürgenin keşif kolu ve taaa kendisidir.

Esarettir,
Mandacılıktır,
Darbedir,
Kaos ve kargaşadır,
Bağımsızlığın zedelenmesidir,
Şeytanın veren eli’dir ve aynı zamanda artık emir verendir.

McKinsey konusunu tartışırken IMF gelse daha iyi olur, öngörüsüzlük ve basiretsizliğine, IMF’li geçen 66 yıllık serüvenimizi ve ne hallere düştüğümüzü hatırlatırım.

McKinsey bizim tasarrufumuzla gelip danışmanlık yapacak bir firma.

IMF ise boyunduruk, teslimiyet ve ölümcüllüktür.

McKinsey illa ki gelsin demiyorum, olmazsa olmazımız demiyorum, ama IMF gelse daha iyi deme  gaflet ve dalaletine düşülmesine de asla tahammül edemiyorum.

Ha… bunları yazarken de kimseyi zemmetmek, kötülemek ve yazdığım yazılardan dolayı McKinsey taraftarı olmak gibi bir amacım ve misyonum da yok.

Amacım; sadece doğru tespit, objektif bakış ve bir şeyi reddederken beterin beterinin öne çıkartılmasının yanlışlığına vurgudur.

Bu nedenle Erdoğan’ın Kızılcahamam’da;

Türkiye'nin IMF ile yolunun kesişmesi söz konusu olamaz. Türkiye IMF defterini tekrar açmamak üzere kapatmıştır. IMF konusunun gündeme getirilmesinin amacını gayet iyi biliyoruz. Başaramayacaklar..” beyanını çok değerli ve tarihi önemde buluyorum.

Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah'a emanet olun sevgili okurlar..
OGÜNhaber