Önce İsrail saldırıları geldi ve Suriye’nin stratejik noktalarında derin hasarlar oluşturdu.
Gözler Lübnan’da olduğu için, İsrail’in Suriye’ye yaptığı bu saldırılar pek göze görünmüyor ve hatta bir nevi ikaz saldırıları gibi düşünülüyordu.
Ama bugünlerde başlayan Halep Savaşı’nı görünce, işin hiç de öyle olmadığı ortaya çıktı.
Çünkü İsrail’in, Lübnan ile 60 günlük ateşkes yapmasının ve Netenyahu’nun Esad Rejimini açıkça tehdit etmesinin ardından İdlib’de meskun olan ve “Cihatçı” diye tabir edilen örgütlerin ittifaken Halep’e saldırı başlatması hiç de tesadüf olamazdı.
Neredeyse eşzamanlı şekilde başka ne oldu?
Rusya-Ukrayna savaşında olmayanlar olmaya başladı ve Amerika/İngiltere/Fransa uzun menzilli füze ve kara mayınları kullandırtmaya başladı.
Bu durum hem Rusya’yı zora sokacak,
Hem Avrupa’yı teyakkuza geçirecek,
Ve hem de Suriye’de ciddi bir askeri varlığa ve Esad nezdinde söz hakkına sahip olan Rusya ve Putin’in bölgede yaşanacak olası hareketliliğe müdahalesinin önü kesecekti.
Bugünlere gelmeden yapılan bir başka önemli temizlik harekatı ise İran ve onun desteklediği Şii örgütlere yönelikti.
Hizbullah ve ona bağlı alt örgütlerin,
Keza Haşdi Şabi denilen ve neredeyse direk İran tarafından hem finanse edilen hem yönetilen yapının bir nevi beli kırıldı ve bölgede at oynatmasının önü kesildi.
Bu örgütlerin liderleri ve yönetim kadrolarının birer birer İsrail tarafından yok edilişi eminim hepinizin hafızasında hala taptazedir.
Arkadaşlar!
Gerek Rusya-Ukrayna arasındaki savaş, gerekse de Ortadoğu’da yaşanan süreç artık yeni bir evreye girdi.
Tabir caizse, Düzenin Efendisinin şuana dek dolaylı veya vekalet şeklinde yürüttüğü süreç, seviye atladı ve öncelikli hale geldi.
Hatırlarsınız,
Özellikle iki sene önceki yazılarımın pek çoğunda İdlib ve orayı mesken tutan başta HTŞ olmak üzere 30 civarı örgütten,
Ve onların bir bilinç dahilinde/bir plan çerçevesinde orada tutulduğundan bahsetmiştim.
Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama bu örgütlerin hiçbirinin ne Amerika ile ne de İsrail ile bir sorun yaşadığını pek de duyanımız olmadı.
Çünkü yaşanmadı…
Yukarıda bahsettiğim gelişmeler sonrası İdlib’de iskan ettirilen/hazırlanan bu örgütler şimdi harekete geçirildi ve hızlı bir şekilde Halep’e doğru ilerliyorlar.
Tıpkı, vakti zamanında Afganistan’da Taliban’la birlikte El-Kaide örgütüne saldırıldığı gibi…
Halep, bugün-yarın düştü düşecek; bu bir gerçek artık…
Ya Türkiye?
Yaşanan sürecin Türkiye’den habersiz olduğunu veya Türkiye, sürecin dışında bırakılarak bir harekata girişildiğini düşünmüyorum.
Kaldı ki son bir-iki aydır Türkiye’de “Kürt Kartı/Kürt Sorunu veya PKK” merkezli gelişmelerin de, bu süreçle doğrudan bağlantılı olduğu kanaatindeyim.
Kuvvetle muhtemeldir ki,
Amerika ve İngiltere ile Türk Devlet yetkilileri arasında istişareler yapıldı,
Ve karşılıklı “kazan-kazan” politikası çerçevesinde bir noktada mutabık kalındı.
Bu bağlamda şunu da söylemek isterim ki; Devlet ve Öcalan/PKK ekseninde başlayan trafik iç siyasal saiklerle,
Veya partisel nedenlerle oluşan bir durum değildir.
Başka bir deyişle,
Kimse kusura bakmasın ama bazı yazar ve yorumcuların dile getirdiği “bu Erdoğan’ı yeniden seçtirme operasyonudur” fikrine katılmıyorum.
Bu durum “Amerika/İngiltere” ve dolaylı olarak da İsrail çerçevesinde ve Türkiye’nin de müdahilliğinde gelişen yeni bir konsepttir.
Arkadaşlar!
Suriye İç Savaşı’nın başlatılmasıyla ilgili iktidar rolü çok yorumlandı/eleştirildi ve zaman zaman da ciddi süpekülasyonlar yapıldı.
Eminim ki, doğru olan eleştiriler ve iktidarın yanlışları da vardı ama şu gerçeği kimse gözardı etmesin:
O devirde Suriye’de oluşturulacak fiili duruma/yani Suriye’yi şuana getiren sürecin başlangıcına Türkiye karşı çıksaydı dahi, bu sürecin oluşması mukadderdi ve buna ne Türkiye, ne de başka bir ülke engel olabilirdi!
Tıpkı 1 Mart tezkeresinin, 2003’de Amerika’nın Irak müdahalesine engel olamadığı gibi…
Yeniden konumuza dönersek:
Erdoğan/Bahçeli ve Devletin, bu defa daha dikkatli/daha soğukkanlı ve daha aklıselim davrandığı düşüncesindeyim.
Bölgesel bir reel politikle karşı karşıya isek,
Bu gerçeklik Düzenin Sahiplerince ortaya koyulmuşsa,
Ve biz istesek de istemesek de bazı gelişmeler olacak ise,
Başta Erdoğan olmak üzere Türk Devlet yöneticilerinin bu durumdan en az hasarla çıkmak veya bu realite çerçevesinde hiç olmazsa PKK sorununu çözümlemek fırsatına göre hareket ettiğine eminim.
Açıkçası DEM Parti’nin de/Kandil’in de/Öcalan’ın da bu gerçekliğe göre davranacaklarını,
Çünkü onlarla da farklı görüşmelerin yapılarak bu reel duruma uymaları aksi takdirde beterin beteri yüzleşmelerle karşı karşıya kalacakları uyarısı yapıldığı kanaatindeyim.
Peki ne olacak?
Artık Irakvari bir Suriye kompozisyonu oluşması kaçınılmazdır.
Bunun startı verilmiştir.
Çok muhtemeldir ki,
Yakın zaman diliminde Suriye’de de, tıpkı Irak’taki üçlü fiili durum gibi üçlü veya dörtlü yönetsel fiili bir durum oluşturulacak ve ete-kemiğe büründürülecektir.
Esad Rejimi Lazkiye bölgesini kotarırsa kendini bahtiyar sayacaktır.
Kabul edelim veya etmeyelim,
Veya bu konuda iktidarı eleştirelim veya eleştirmeyelim; Fırat’ın doğusunda/Rojova bölgesinde Kuzey Irak Bölgesel yönetimi gibi bir Kürt Bölgesel Yönetimi oluşacaktır.
PKK’ya gelince;
Ben miyadını doldurduğunu,
Kendilerinin de bunun farkında olduğunu,
Bir kısmının Suriye bölgesine bir kısmının ise İran’ı rahat bırakmamak için Pjak bölgesine gitmek durumunda kalacaklarını ve burada İran’a dönük fiili bir terörizasyon içine gireceklerini düşünüyorum.
Sonuç:
Tarihin bazı kritik anları vardır ki; o zamanlarda rüzgara karşı durmak veya “benim doğrularım bu” diyerek durduğun yerde ısrar etmek mümkün değildir.
Nasıl 1. Dünya Savaşına girmek zorunda kaldıysak,
Nasıl Irak Savaşına/Suriye İç Savaşına/Libya savaşına engel olamadıysak; şuanda da benzeri bir kırılma noktası ile karşı karşıyayız.
Aliya İzzetbegoviç Bosna Savaşının bitirilmesi için Dayton Antlaşmasını imzalamıştı.
“Adil bir antlaşma olup olmadığı” bugün hala tartışılıyor ve kimileri ise “Dayton ile Bosna-Hersek'e deli gömleği giydirildi.” diye yorumlar yapıyor.
Buna karşın İzzetbegoviç’in değerlendirmesi ise şöyle:
“Acımasız bir savaşla, adaletsiz bir barış arasında bir seçim yapmak zorundaydık. Onun için ikincisini tercih ettik.
Bu adil bir barış değil ancak savaşın devam etmesinden daha adil.
Dayton bir uzlaşmaydı ve uzlaşmalar adil değildir.”
Arkadaşlar!
Devlet yönetmekle, devlet yönetmeyi konuşmak farklı şeylerdir.
Bizler, “neden öyle oldu/neden böyle yapılmadı/niçin Amerika’ya defol çekilmedi/neden İsrail’e engel olunmadı!” gibi lafları/soruları/yorumları rahat rahat sorabilir ve konuşabiliriz.
Çünkü sorumluluk merciinde ve karar mekanizmasında değiliz.
Ama yönetmek sorumluluğu öyle bir şeydir ki,
Bazen kırk katır mı kırk satır mı sınanması ile,
Bazen aşağı tükürsen bıyık yukarı tükürsen sakal tercihiyle,
Bazen yumruklarını ve dişlerini sıkarak iki kötüden birini seçmek mecburiyeti ile karşı karşıya kalmaktır.
Tam da olan ve yaşanan durum budur.
Ben, şuanda bölgesel gelişmeler çerçevesinde iktidarın/Erdoğan’ın/Bahçeli’nin ve Türk Devleti’nin karşı karşıya kaldığı kıldan ince kılıçtan keskin bir dönemeçte, ciddi istişarî süreçler sonrası ülkesel menfaatlerimizin maksimizasyonu noktasında hareket ettiklerine,
Hem de oldukça özen, itina ve hassasiyet içinde hareket ettiklerine inanıyorum.
İnşallah bu süreç en az hasarla veya ülkemiz adına yeni fırsatlarla aşılır!