17-25 Aralık 2013'den bu yana FETÖ'ye dair söylediklerimiz..
Peki son 5 yıldır ne demişim ne yazıp çizmişim. Geçmişe dönüp bir göz atalım istedim.
20 ARALIK 2013 TARİHLİ YAZIMIZ
17 Aralık tarihinde FETÖ denilen alçağın 'Yargı Darbesi Girişimi'nin ilk ayağı sonrası 20 Aralık 2013 tarihinde “Bir Portre” köşesinde şunları söylemiştim;
“Hoca efendi’ye karşı direnen ilk kişi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olarak tescillendi. Durum öyle bir hal aldı ki! Herkes 2002 yılından bu yana eteğinde biriktirdiği tüm taşları dökmüş, herkes içindeki biriktirdiklerini meydana saçmıştır. ‘Aynı taraf karşı taraf olunca başka taraflar şaşırdı’.
Bu olanlardan şaşırmayan tarafın ise kapitalist düzenin sahiplerinin olduğunu biliyoruz. Adil olmayan her türlü düzenin sahiplerinin birilerini bilmeden kullandığı ve ülkemizi kaosa sürüklemek için düğmeye bastıklarını göremememiz ise gerçekten beni şaşırtıyor.
Sorunun adı dershane değil, 'ABD’ye giden paraların Türkiye’ye yönelmesidir’
Polis ve Savcı gücü ile ben de bir şeyler yapabiliyorum imajı vermeye çalışmak yerine ülke menfaati için milli bir duruş sergilenmesi gerekmez miydi?
Bu yaşanan gerginlik ile hem ülkemizin hem de Ortadoğu’nun önemli hasarlar alacağının farkında olmadan yaşananlara sevinenleri de acı bir şekilde gözlemiyorum.
Ama, Ulu Önder ATATÜRK'ün dediği gibi "Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır" hiç bir güçün bu ülkeyi bölmesine yine bu ülke halkı izin vermeyecektir. Bu iki insanın savaşının galibi esasen olmayacak, tüm kişi ve kurumlar zarar görecek. Ancak “Denizler Durulmaz Dalgalanmadan”der ya bir şarkımızda, denizler durulduğunda batmayan geminin kaptanı olarak, kaptan köşkünde Recep Tayyip Erdoğan'ı göreceğiz çünkü halk tabanına bağlı olmayan halkın yanında olmadığı hiç bir güç, güç değildir, hele kontrolsüz güç asla güç olmaz, sonunda kendini yok eder.
22 ARALIK 2013 TARİHLİ YAZIMIZ
Daha sonra 22 Aralık 2013 tarihli yazımda bugünlerde de sürekli vurguladığım ABD’nin ve kancıl ve katil Neo-Con’ların Erdoğan ve güçlenen Türkiye hazımsızlığına vurgu yapmış ve 17 Aralık Darbe girişiminin bunlarla ilintisine şöyle dikkat çekmiştim:
“Otoriter rejimlerin Amerikan karşıtlığını artırdığı gerekçesiyle “serseri devlet” olarak tanımladıkları bazı ülkelerde rejim değişikliği yapmayı bir dış politika hedefi olarak belirleyebilmekte; bu bağlamda BM Şartı ile yasaklanan önleyici saldırıyı (preemptive strike) meşru görebilmekte,
En genel ifadesiyle dünyada Amerikan hegemonyasını tesis için daha agresif bir dış politikanın benimsenmesini teşvik etmekte, bu hedefe ulaşılması için önüne çıkabilecek engelleri, bunlar uluslararası toplum tarafından kabul görmüş kurallar dahi olsa, ihlalde hiçbir sakınca görmemektedirler.
Gezi olayları CNN ve BBC de saatlerce savaş muhabirleri gönderilerek ve ajite edilerek dünyaya sunuldu… Sık sık Tayyip Erdoğan’a atfen ABD gazetelerinde makaleler yazıldı, genelde kötülendi, itibarsızlaştırılmaya çalışıldı… Türk Ekonomisine dair çeşitli spekülatif açıklamalar ve ekonomik kriz beklentileri içeren yazılar yazıldı, Gülen hareketiyle ilgili sürekli övücü ve evrensel hoşgörü ve diyalog mesajlarına ilişkin ABD basınında ve kimi devlet yetkililerinden açıklamalar yapıldı… Bu süreç içinde pek tabii ki İsrail menşeli çok çeşitli ve sürekli şekilde Türk ekonomisi, Türk-İran ilişkileri, Türkiye-Suriye politikaları vb. konularda eleştirel açıklama ve medya beyanları geldi…
7 Şubatta MIT müsteşarı Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılmasıyla birlikte su yüzüne çıkan bir süreçle, Gülen hareketinin, Hükümete ve dolayısıyla da Tayyip Erdoğana yönelik karşıt adımlarına şahit olmaya başlıyoruz ve akabinde Ergenekon, Balyoz, KCK vb gibi soruşturma ve tutuklamalarda ve Başbakanın çok üzerinde durduğu “Çözüm Sürecinde” cemaatin “Hükümete rağmen” hareketleri hız kazanarak devam ediyor ve meşhur “dershane” konusuyla kavga iyice su yüzüne çıkıyor ve aleniyet kazanıyor. Gülen Hareketinin tüm gücü, eforu, enerjisi tüm imkanlarıyla (yazılı görsel basın ve diğer tüm imkanlarıyla) Tayyip Erdoğan’a karşı bir hareket başlatıyor…
Bu noktada artık PKK kozunu kullanmak aynı guruplarca zorlaşınca olayın yeni figüranı cemaat sahneyi alıyor ve geliniyor 17 Aralık sabahına; Türkiye’de günlerdir konuşulan malum operasyon başlıyor… Başsavcının haberi yok, emniyet müdürünün, valinin ve şube müdürlerinin haberi yok… AK Parti hükümetinin en yumuşak karnı olan nokta ön plana çıkartılarak ve adına da “yolsuzluk ve rüşvet operasyonu” denilerek, seçimlere girilirken, toplumun en hassas olduğu nokta nazarı dikkate verilerek büyük saldırı başlıyor… Soruşturma bilgileri gazetelerde çarşaf çarşaf servis ediliyor…
Bu operasyon başlayınca devlet içinde emniyet ve yargıda hükümeti bile ekarte edip hareket edebilen bir “örgüt” varlığı ortaya çıkıyor. Operasyonun içinde Halkbank var, çünkü asıl hedef Halkbank ve onun üzerinden yapılan Türk ekonomisini güçlendiren ticari ilişkiler.
Bu esnada ABD Ankara büyükelçisi Ricciardone’nin; bir grup AB büyükelçisiyle 17 Aralık’ta büyükelçilikte yemekte “Halkbank konusunu dile getirmiştik. Sonuç alamadık. Şimdi imparatorluğun çöküşünü izleyeceksiniz” diyebiliyor.
17 Aralık günü başlayan operasyonda, oyun kurucular (neo-con’lar, İsrail ve içerdeki bağlantılı sermayedarlar) cemaate ilk onbirde yer vererek başat bir figür haline getiriyorlar. Gezi olaylarında cemaat yedek oyuncu konumundayken bu defa takımın omurgasını oluşturur bir konumda bulunmaktadır.
Çünkü operasyon başladığından beri adeta cansiperane bir şekilde “İlahi bir Davaya Hizmet” edercesine, şuana kadar bildiğimiz; ulusal ve uluslar arası boyutta, ahlak, din ve ilahi kelimatullah hizmeti gibi, adeta Tayyip Erdoğan’ı ve Hükümetini yıktıklarında cennet-i ala’ya ulaşacaklar gibi mücahitane bir şahlanışla saldırıya geçmiş bulunmaktadırlar. Düne kadar en yakınında yer aldıkları Devlet büyüklerinin, (Bakan, müsteşar, genel müdür, müdür gibi) hiçbir ahlaki usul ve esasa bakmaksızın mahremiyetlerini sergilemeye hazır halde ve “güvene dayalı bilgilendikleri bu mahremiyet bilgilerini” ifşa etmeye varan bir pervasızlık ve “Allahsızlık” içeren bir mücadeleye girmişlerdir.
Operasyonun savcısı Zekeriya Öz’ün “Ergenekon'u bitirdim ama bunları da bitireceğim” söylemleri ortalıkta dolaşmaktadır ve hatta Başbakanın Konya’da yaptığı bir konuşmada “Bizim Allahımız var…” diye başlayan konuşmasına aynı savcının “bizim Allahımız yok mu…” gibi ironik ve müstehzi sözü Twetter’lara bile yansımıştır, Tüm varlıklarıyla gazeteleriyle tv ‘leriyle bu konudan hareketle Halk nezdinde Tayyip Erdoğan’ı bitirmeye çalışmaktadırlar. Çünkü “büyük ağabeyleri” öyle istiyor ve onlar da kendi ülkelerinin dibine dinamit de koyulacak olsa bu “kutsal davadan(!)” vazgeçmeyeceklerdir. Fethullah Gülen Amerika’dan sürekli beyanatlarıyla bu ateşi körüklemeye devam etmektedir.
8 OCAK 2014 TARİHLİ YAZIMIZ
17 Aralık’tan 21, 25 Aralık’tan 13 gün sonra o zaman “Cemaat” dediğimiz günümüz FETÖ’cülerinin dost uyarısı nitelikli tehditleri ulaşmaya başladı. Tarafsız olmamım hayrıma lacağından bahisle neden Erdoğan’nın yanında yer aldığım sorgulanmaya ve aba altından sopa gösterilmeye başlanmıştı. Bunun üzerine bu yazıyı kaleme almıştım:
“Hoca efendiye oldukça yakın bir dostum gelip, bana taraf olmamam gerekir iken neden Tayyip Erdoğan'cı tavır aldığımı sordu ve üstü kapalı imalarla ve kendince minik tehditler içerdiğini düşündüğüm söylemler dile getirmeye başladı. Bu meyanda; yaptığım ticaretten tutun da, geçmişimde yaşadıklarımı bile ironik bir şekilde bana hatırlatmaya kalkınca ona kısaca şunu söyledim: “Eğer, iş, dernek, yada özel hayatım da en ufak bir kanunsuzluk bulursanız hiç düşünmeden elinizdeki tüm bilgi ve belgeleri kullanınız lütfen, şayet var da konumum gereği bana kıyak yapıyorsanız, sizleri lanetlerim, yok ise o zamanda lütfen susun… artık sizinle konuşmayacağım.” dedim ve konuşmayı orada sonlandırdım.
Belli ki zamanında telefonlarımı dinlemişler, zira konuşmalarından bunu anlamamak mümkün değil. Sonra düşünmeye başladım, iş hayatında olup telefonunu dinledikleri kaç yüz insan var diye… Gerçi benim son 20 yılımda park ihlali cezası da dahil hiç bir şey bulamazlar, ama ya diğerleri?...
Polisin, adliyelerin tüm imkanlarını kullanarak yaptıkları her şey Anayasa suçu değil mi? Kişi hak ve özgürlüklerine tecavüz değil mi, bireyin haberleşme özgürlüğü ve mahremiyetine saldırı değil mi?...
Bu güne değin bunlar nasıl görmezlikten gelinmiş? Nasıl binlerce insanı fişlemelerine göz yumulmuş? Böylesine bir pervasızlık, hadsizlik, hukuksuzluk devletin hücrelerine hastalıklı bir organizma gibi nasıl sirayet etmiş?...
Şimdi düşündüğümde cemaatin bu noktaya gelmesinde Sayın Başbakan da dahil geçmişteki bütün lider ve hükümetlerin payı var.
Tayyip Erdoğan, bu “devlet içinde devlet” pervasızlığı içeren vesayet anlayışına artık yeter dediği gün, bence ülkemiz için bir milat başlamış, devlet erki devreye girmiştir. Bir nevi “illegal devlet”le tabir yerindeyse “cihat” başlamıştır. Zaten Tayyip Erdoğan adeta “Allah, şirk (ortak), devlet ortak kabul etmez, bu böyle olmalıdır” diyerek, Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve bireylerini özgürleştirici olan bu mücadeleyi başlatmıştır. Adına ne derseniz deyin, ister “örgüt”, ister “paralel devlet”, isterseniz “cemaatin bir kesimi” bu mücadeleyle birlikte adeta “kendini devletin üstünde gören bu zihniyet”in nasırına basılmışçasına, agresifleşmeye ve sağa sola şuursuzca saldırmaya başladıklarını maalesef ki müşahede ediyoruz. Yüzyıllardır devlet geleneğine sahip olan bu ülkenin, bu milletin, bu coğrafyanın bugünlerde yaşadığı dramına üzülerek, ve kahrolarak şahit oluyoruz.
Bu yapı, “her yol meşrudur” dercesine, emniyet, yargı, maliye, ordu, MİT gibi kamu kurumlarındaki uzantılarıyla her türlü manipülasyona girmekte ve kişisel mahremiyet ve ahlaki kurallar dinlemeden, insanlara dünü ve bugünüyle tehditvari bir stratejiyle saldırabilmektedirler. Kaldı ki geldiğimiz noktada, “askeri vesayet”in bitmesi için yapılan ERGENEKON, BALYOZ gibi soruşturmalarda da nasıl manipülatif hareket etmişliklerini, sahte dijital deliller ve belgeler hazırlamış olduklarını yeni yeni görmeye ve duymaya başlamış bulunmaktayız.
Umarım Tayyip bey, bu savaşı ülkemiz adına kazanır, yolsuzluklar bile inanın bu savaşın içinde bence bir hiç…. Zira olay öyle vahim ki, yolsuzlukları er geç çözer ve bunları yapanlara adalet cezasını verir. Ama cemaatin yada camianın veya cemaat içindeki “habis ur” denecek unsurların yaptığı yada yapmaya devam ettiği “meşru devlet”e karşı oluşturulan TERÖR 'ün önünü, bu savaş kaybedilirse kimse alamaz.
Bundan sonra ülkem için ümidim; bu savaşı Tayyip Erdoğan'ın kazanmasıdır, zira “cemaat içinde cemaat” olan bu yapının planları düşünülenden de vahim olabilir. Bu konuda herkesin, her kesimin, son derece duyarlı davranıp el birliği ile, Tayyip Erdoğan'ın ve dolayısıyla da “devletin bekası”nın yanında olması gerekir.
Tüm bu hastalıklı organizmayı devlet aygıtından ve şerikliğinden ayıklarken karşı tarafın bundan sonra can havliyle yapabileceği ölümcül saldırılara karşı da tedbirli olmalı ve müteyakkız hali asla elden bırakmamalıdır. Zira, görüyorum ki bu “kangren” öyle bir hal almış ki, cemaatin bir kesiminin aklı, ruhu ve kalbi körelmiş, tamamen husumet odaklı bir noktaya gelmiştir. Çünkü çok acıdır ama cemaatin içindeki bu “hastalıklı yapı” Araf suresinde zikredilenler gibi gaflet içindedirler (Araf suresi, ayet:179, “kalpleri var idrak etmez, gözleri var görmez, kulakları var işitmez. (İşte onlar gafillerdir”)
Ağa babaları ABD'li NEOCONlar ve İsrail, bu noktada taşeronları olan cemaatin içindeki bu yapıyı asla yalnız ve takipsiz bırakmayacaktır. Ve ne acıdır ki oldukça masum duygularla, kalbi hislerle ve sadece Allah rızasını gözeterek bu davaya gönül verenlere yaşattıkları bu hayal kırıklığının vebalini de veremeyeceklerdir.
Ve artık her türlü insan sömürüsüne, yok olan hayatlara, çarpık ilişkilere, kısaca bizleri aldatıp kandırıp üzerimizden rant elde edenlere, Ülkemizi bölmek, parçalamak yada elde etmek isteyen tüm yapılanmalara karşı hep birlikte DUR demenin zamanı geldi ve geçiyor bile...
3 MART 2014 TARİHLİ YAZIMIZ
17-25 Aralık girişiminden yaklaşık 40 gün sonra geçmişe dair nedametler, pişmanlıklar, aldanmanın acısıyla yazdığım “Nefis Muhasebesi” başlıklı yazımı hala, artan bir yüreğim sızısıyla paylaşıyorum. 15 Temmuz gecesi Şehitlerimizi, Gazilerimizi, ülkemizin yaşadığı işgal girişimini, Sayın Cumhurbaşkanı’mızın “Aldandık, Allah ve millet bizi afetsin” sözünü, düşünerek yürek acısıyla hiç değiştirmeden rikkat ve dikkatlerinize sunuyorum: Ülkemizde, devletimizin kılcal damarlarına 'habis bir ur' gibi, virüs gibi kök salmış 'paralel yapı'yla ilgili özeleştiri ve nefis muhasebesi yapmak istiyor. Çünkü geldiğimiz noktada gördüklerim, yaşadıklarım, bildiklerim geçmişe yönelik vicdanları kanatacak şeyleri hatırlattı bana…
Siz buna günah çıkartma da diyebilirsiniz, benim başlığa yazdığım gibi nefis muhasebesi de!…
Ama ne derseniz deyin, bu özeleştiriyi yapmayı, manen ve vicdanen bir gereklilik olarak hissettim….
Dünya hayatında cereyan eden tüm hadiseler Allahın bilgisi dahilinde olur. İyilikleri de görür, kötülükleri de görür. Kötülük yapanı da görür, kötülüğe ses çıkartmayanı da görür. Çünkü bu hayattaki hiçbir şey tesadüfi olamaz, O’nun bilgisi dahilinde tezahür eder.
Bu girizgahtan sonra günümüzdeki olaylara bir göz atmak istiyorum; Ülkemiz ve Ülke Yönetimi çok kritik bir süreçten geçiyor. 28 Şubat 1997’den bu yana, ülkemiz tarihin en zor ve sıkıntılı sürecini yaşıyor.
28 Şubat Post-Modern darbeden sonra, 2001 Ekonomik krizi sonrası AK Parti iktidarıyla yeni bir sürece girdik. AK Parti iktidarı'nın ilk yıllarında ülkemizin geleneksel vesayet müessesesi olan TSK’nın darbe girişimleri, AK Parti'yi iktidar yaptı ama pek muktedir etmedi. Bu süreçte Cumhurbaşkanlığında da Ahmet Necdet Sezer’in olması bu “askeri vesayeti” sürekli ve güçlü kıldı, hükümetin işlevselliğini sürekli engelledi.
2007'de AK Parti kapatma davası ülkemiz için, ikinci ve çok önemli bir kırılma noktası oldu. Anayasa Mahkemesinde görülen dava sonucu ve bu süreçte Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi ve de yapılan seçimlerde AK Parti’nin ezici üstünlüğüyle bu süreç de aşıldı. Ama “seçkinci ve askeri vesayet” kısmi de sürmeye devam etti.
AK Parti hükümeti her geçen gün "muktedirliğini" pekiştirmeye devam etti. Ta ki 2010 yılındaki Anayasa refarandumuyla, pek çok noktada süregelen geleneksel “vesayet” bitmeye başladı. Bu süreçle birlikte, ülkede Ergenekon, Balyoz vb. gibi davalarla pek çok sivil ve askeri kişi tutuklanmaya, yargılanmaya ve mahkum olmaya başladı. Özellikle Anayasa Referandumu sonrası bu davalar yürütülürken hükümet de, Yargı ve emniyet yetkililerine tam destek verdi. Ama günümüzde yaşanılan sıkıntılar tam da işte bu dönemde oluşturulmaya başlandı. Ama hükümet bunun pek de farkında olmadı, olamadı.
HSYK oluşturulurken bir kesim ya da inanç grubunun (Gülen cemaati) bu kurumda “kümelenmesine” fırsat verildi ve herhangi bir kaygı duyulmadı. “Sorun olmaz, alnı secdeye gelen birinden zarar gelmez” diyerek bu camianın hak etmediği ölçüde hüsn-ü zan besliyordu. Daha sonraki süreçlerde Cemaat her geçen gün kamu bürokrasisinde etkinliği artırmaya başladı. Yargı, Emniyet, Maliye, Tübitak, Savunma Sanayii vb. gibi kritik kurumlarda etkinliğini artırmaya devam etti. Ama hükümet yine fazla ve gereksiz “hüsn-ü zan” duymaya devam etti. Taa ki, 7 Şubat 2012 de, MİT müsteşarı ve iki müsteşar yardımcısı ifadeye çağrılana kadar…
O anda bile Başbakana gelip bizimle alakası yok diyen cemaat müntesipleri nerdeyse bu sıkıntının kendilerinden tezahür etmediğine Başbakan’ı inandıracaklardı…
Ama her şey gün gibi ortada idi. 7 Şubat Mit kriziyle başlayan güvensizlik süreci her geçen gün arttı ve 2013, 17 Aralık sabahı yapılan operasyonla savaş noktasına gelindi.
25 Aralık günü bir başka 'Paralel Savcı'nın yapmak istediği operasyonla iyice kızıştı. Hükümet artık yeni bir vesayetin, daha önce hiç görülmediği şekilde büyümüş, serpilmiş ve hatta kendini yutmak istediğini gördü, yaşadı. Hükümete ve özellikle Başbakan’a yönelik tavırlarıyla halk tabiriyle "gemi azıya" almış olduklarını ve o ana dek iman, İslam, eğitim vb. gibi hizmet görüntüsüyle oluşturdukları 'algı'yla, Türkçe Olimpiyatları gibi PR çalışmalarıyla cilalı yanlarını gösterenlerin aslında arka planda neyi amaçladıkları acı bir şekilde yaşanmaya başladı.
Bu süreçte yıllardır binlerce dinlemeler yapıldığı, devletin güvenliğiyle doğrudan alakalı 'kripto'lu telefonların bile dinlendiği, Başbakan'ı "zamanı gelince" zorda bırakmak için akla hayale gelmeyen ölçüde, ülke güvenliğini hiçe sayan "gözü dönmüşlük" içinde malzeme ve done’ler topladıkları ve sipere yatıp bekledikleri gördü. Daha önce yapılan Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi operasyonlarda da, uydurma delillerle, dijital hilelerle, internet ayak oyunlarıyla, olmayan suç isnatlarını uydurduklarını gözledi.
Yalçın Akdoğan bu durumu, “bunlar TSK'ya da kumpas kurmuşlar” sözüyle deklere etti. Aslında tam da burada “şapkayı önümüze koyup” düşünme dönemi başladı. Bir nevi “kader” tecelli etmeye başladı. Çünkü o büyük operasyonlar yapılırken, o tutuklamaların mağdurları deliller ve yargılama süreci ve de sürecin gizliliğinin ihlaliyle ilgili feryat ederken bizler maalesef ve ne acıdır ki sessiz kaldık. O gün sivil ve askeri kişiliklere, bugün de hükümete ve Başbakana bu operasyonu yapanlar öyle bir “algı operasyonu” yaptılar ki, o dönemde, Başbakan’ı bile bazı şeyleri göremez hale getirdiler. Ne zamana kadar sürdü bu durum….? Ta ki besleyip büyüttüğün canavar, kendine engel olanları parçalayıp yolundan uzaklaştırıp seni hedefe koyana dek… Evet bugün aslında dün yapılması gereken ama adil yargılamayla yapılması gereken “vesayet operasyonu” (Ergenekon, Balyoz gibi...) bile boşa düştü. Artık zihinler haksıza bile haksız diyemeyecek noktaya geldi. “Büyütülen canavar”ın, yani Başbakanın deyimiyle “paralel yapının” ülkeye uyguladığı, yargısal, güvenlik vb. gibi vesayetin yanında hiç hükmüne düştü. Ülke darbeler yaşadı, muhtıralar gördü ama böylesini ilk defa görüyor. Çünkü burada azgın iştahla bezenmiş “kurt” gövdenin içinde büyüdü, gövdenin içinden çıktı.
Bediüzzaman Said Nursi’nin söylediği gibi; “Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi, onun için mukavemet kolaydı, şimdi kurt gövdenin içine girdi, mukavemet güçleşti" Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. "Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder.” Evet şu anda tam da bu yaşanıyor, Said nursi’nin gövdenin içine girdiğini söylediği kurt ne acıdır ki gövdeyi içerden nasıl kemirmiş fark ettirmeden, gövdeyi nasıl içten içe bitirmiş hissettirmeden… Başbakan bunu fark etti ama ne acıdır ki çok geç fark etti...
Bunu fark edince de insan kendi kendine şunu demekten alamıyor; “acaba şefkat tokatları mı yiyoruz, acaba geçmişte suçlu bile olsa suçlanan insanlara suçlarının çok da fevkinde suçlamalarda bulunulmaya, sessiz kalmamızın bedelini mi ödüyoruz?… Acaba darbe teşebbüsünde bulunanlara yapılan orantısız suçlamaların Gayretullah nezdinde bedelini mi ödüyoruz…?”
Evet bürokraside cemaatten olmayanlar, cemaate hayır diyenler, karşı çıkanlar, onların kirli emellerine olumsuz bakanlar bir bir tasfiye edilirken, pasifize edilirken sessiz kalmanın bedelini mi ödüyoruz yoksa… Görmemiz lazım idi bugünleri...
Çünkü görmemiz gereken mercii’lerdeydik ve hala oradayız. Yapılanları ince ince detaylandırıp ayırt etmemiz gerekirdi yapılanlardaki hassas aldatmalar ve dijital operasyonlarla haksız isnatları…
Görmemiz gerekirdi, şüpheliye bile orantısız suçlamanın yanlışlıklarını…
Görmemiz gerekirdi, İlker Başbuğ'lar, Nedim Şener'ler, Ahmet Şık'lar, Hanefi Avcı'lar gibi mağdurların feryatlarını…
Ama nefsimize hoş geldi maalesef, sustuk, sessiz kaldık ve hatta “belki de bizim bilmediğimiz neler yapmışlar ki“ gibi faraziyelerle, yapılanları kendi ruhumuzda, aklımızda tolere etmeye ve aklileştirmeye çalıştık. Göremedik adım adım yaklaşan tehlikeyi, o gün bize muhalif olanlara yapıldığı için sessiz kaldık, yargı eliyle yapılan “yargısız infaz”lara…
Sessiz kaldık emniyetin yaptığı insan onurunu zedeleyici iş ve işlemlerine..
Ve adım adım geldiler; önce ona,sonra şuna, daha sonra ötekine….
Adeta ebabil kuşları gibi oldular, bilemedik bunların tetikçi olduğunu, kamikaze olduğunu, hipnotize edilmiş “haşhaşi” gibi dikte edilen hedefe sorgusuz odaklandıklarını… Ve varlık nedeni hükümete de silah doğrultacaklarını…
Evet şimdi hedefteki, bu canavarı koruyan, besleyen, büyüten hükümet ve başbakan oldu… Canlar yanmaya başladı ve anladık canları yananın acısını…
Dinlediler, takip ettiler, topladılar, heybelerini doldurdular, dinleme kayıtları, şantaj malzemeleri,devletin gizli güvenlik sırlarını.… Ve şimdi ise tehditle, şantajla, oy hesabıyla veya başka Saiklerle yanlarına aldıkları şürekalarıyla (işadamları, medya, yazarlar, CHP, MHP ve diğer iç ve dış destekçileriyle) saldırıya başladılar…
Umarım ve inşallah bu ülkedeki köklü kadim devlet geleneği baskın gelir, halkın sağduyusu üstün gelir, halkımız büyük basiret ve ferasetiyle, Tayyip Erdoğan’ın siyasi karizması, cesareti, mücadele azmi, siyasi dehasıyla; görünmeyen ama şimdi apaçık ortaya çıkan bu “paralel tehlikeyi” görür ve T.C. devletinin yanında yer alır. Çünkü artık sorun hükümet ve Başbakan sorunu olmaktan öteye geçmiş ve devletin beka sorunu haline gelmiştir.
Şimdi okurlarım sorabilir…
Bu bir günah çıkartma mı?…
Evet, adına ne denirse densin, ister günah çıkartma, isterse özür dileme…
Bu yazıyı ben yazdım ve özür de diliyorum.
Sevgili okurlar, gözlerinizi daha fazla yormamak adına bu uzun soluklu makâlenin devamını bir sonraki yazıma bırakıyorum, haftaya buluşuncaya dek Allah'a emanet olun, saygı ve sevgilerimle..
Makâlenin 2. bölümü için lütfen tıklayınız!..
20 ARALIK 2013 TARİHLİ YAZIMIZ
17 Aralık tarihinde FETÖ denilen alçağın 'Yargı Darbesi Girişimi'nin ilk ayağı sonrası 20 Aralık 2013 tarihinde “Bir Portre” köşesinde şunları söylemiştim;
“Hoca efendi’ye karşı direnen ilk kişi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olarak tescillendi. Durum öyle bir hal aldı ki! Herkes 2002 yılından bu yana eteğinde biriktirdiği tüm taşları dökmüş, herkes içindeki biriktirdiklerini meydana saçmıştır. ‘Aynı taraf karşı taraf olunca başka taraflar şaşırdı’.
Bu olanlardan şaşırmayan tarafın ise kapitalist düzenin sahiplerinin olduğunu biliyoruz. Adil olmayan her türlü düzenin sahiplerinin birilerini bilmeden kullandığı ve ülkemizi kaosa sürüklemek için düğmeye bastıklarını göremememiz ise gerçekten beni şaşırtıyor.
Sorunun adı dershane değil, 'ABD’ye giden paraların Türkiye’ye yönelmesidir’
Polis ve Savcı gücü ile ben de bir şeyler yapabiliyorum imajı vermeye çalışmak yerine ülke menfaati için milli bir duruş sergilenmesi gerekmez miydi?
Bu yaşanan gerginlik ile hem ülkemizin hem de Ortadoğu’nun önemli hasarlar alacağının farkında olmadan yaşananlara sevinenleri de acı bir şekilde gözlemiyorum.
Ama, Ulu Önder ATATÜRK'ün dediği gibi "Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır" hiç bir güçün bu ülkeyi bölmesine yine bu ülke halkı izin vermeyecektir. Bu iki insanın savaşının galibi esasen olmayacak, tüm kişi ve kurumlar zarar görecek. Ancak “Denizler Durulmaz Dalgalanmadan”der ya bir şarkımızda, denizler durulduğunda batmayan geminin kaptanı olarak, kaptan köşkünde Recep Tayyip Erdoğan'ı göreceğiz çünkü halk tabanına bağlı olmayan halkın yanında olmadığı hiç bir güç, güç değildir, hele kontrolsüz güç asla güç olmaz, sonunda kendini yok eder.
22 ARALIK 2013 TARİHLİ YAZIMIZ
Daha sonra 22 Aralık 2013 tarihli yazımda bugünlerde de sürekli vurguladığım ABD’nin ve kancıl ve katil Neo-Con’ların Erdoğan ve güçlenen Türkiye hazımsızlığına vurgu yapmış ve 17 Aralık Darbe girişiminin bunlarla ilintisine şöyle dikkat çekmiştim:
“Otoriter rejimlerin Amerikan karşıtlığını artırdığı gerekçesiyle “serseri devlet” olarak tanımladıkları bazı ülkelerde rejim değişikliği yapmayı bir dış politika hedefi olarak belirleyebilmekte; bu bağlamda BM Şartı ile yasaklanan önleyici saldırıyı (preemptive strike) meşru görebilmekte,
En genel ifadesiyle dünyada Amerikan hegemonyasını tesis için daha agresif bir dış politikanın benimsenmesini teşvik etmekte, bu hedefe ulaşılması için önüne çıkabilecek engelleri, bunlar uluslararası toplum tarafından kabul görmüş kurallar dahi olsa, ihlalde hiçbir sakınca görmemektedirler.
Gezi olayları CNN ve BBC de saatlerce savaş muhabirleri gönderilerek ve ajite edilerek dünyaya sunuldu… Sık sık Tayyip Erdoğan’a atfen ABD gazetelerinde makaleler yazıldı, genelde kötülendi, itibarsızlaştırılmaya çalışıldı… Türk Ekonomisine dair çeşitli spekülatif açıklamalar ve ekonomik kriz beklentileri içeren yazılar yazıldı, Gülen hareketiyle ilgili sürekli övücü ve evrensel hoşgörü ve diyalog mesajlarına ilişkin ABD basınında ve kimi devlet yetkililerinden açıklamalar yapıldı… Bu süreç içinde pek tabii ki İsrail menşeli çok çeşitli ve sürekli şekilde Türk ekonomisi, Türk-İran ilişkileri, Türkiye-Suriye politikaları vb. konularda eleştirel açıklama ve medya beyanları geldi…
7 Şubatta MIT müsteşarı Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılmasıyla birlikte su yüzüne çıkan bir süreçle, Gülen hareketinin, Hükümete ve dolayısıyla da Tayyip Erdoğana yönelik karşıt adımlarına şahit olmaya başlıyoruz ve akabinde Ergenekon, Balyoz, KCK vb gibi soruşturma ve tutuklamalarda ve Başbakanın çok üzerinde durduğu “Çözüm Sürecinde” cemaatin “Hükümete rağmen” hareketleri hız kazanarak devam ediyor ve meşhur “dershane” konusuyla kavga iyice su yüzüne çıkıyor ve aleniyet kazanıyor. Gülen Hareketinin tüm gücü, eforu, enerjisi tüm imkanlarıyla (yazılı görsel basın ve diğer tüm imkanlarıyla) Tayyip Erdoğan’a karşı bir hareket başlatıyor…
Bu noktada artık PKK kozunu kullanmak aynı guruplarca zorlaşınca olayın yeni figüranı cemaat sahneyi alıyor ve geliniyor 17 Aralık sabahına; Türkiye’de günlerdir konuşulan malum operasyon başlıyor… Başsavcının haberi yok, emniyet müdürünün, valinin ve şube müdürlerinin haberi yok… AK Parti hükümetinin en yumuşak karnı olan nokta ön plana çıkartılarak ve adına da “yolsuzluk ve rüşvet operasyonu” denilerek, seçimlere girilirken, toplumun en hassas olduğu nokta nazarı dikkate verilerek büyük saldırı başlıyor… Soruşturma bilgileri gazetelerde çarşaf çarşaf servis ediliyor…
Bu operasyon başlayınca devlet içinde emniyet ve yargıda hükümeti bile ekarte edip hareket edebilen bir “örgüt” varlığı ortaya çıkıyor. Operasyonun içinde Halkbank var, çünkü asıl hedef Halkbank ve onun üzerinden yapılan Türk ekonomisini güçlendiren ticari ilişkiler.
Bu esnada ABD Ankara büyükelçisi Ricciardone’nin; bir grup AB büyükelçisiyle 17 Aralık’ta büyükelçilikte yemekte “Halkbank konusunu dile getirmiştik. Sonuç alamadık. Şimdi imparatorluğun çöküşünü izleyeceksiniz” diyebiliyor.
17 Aralık günü başlayan operasyonda, oyun kurucular (neo-con’lar, İsrail ve içerdeki bağlantılı sermayedarlar) cemaate ilk onbirde yer vererek başat bir figür haline getiriyorlar. Gezi olaylarında cemaat yedek oyuncu konumundayken bu defa takımın omurgasını oluşturur bir konumda bulunmaktadır.
Çünkü operasyon başladığından beri adeta cansiperane bir şekilde “İlahi bir Davaya Hizmet” edercesine, şuana kadar bildiğimiz; ulusal ve uluslar arası boyutta, ahlak, din ve ilahi kelimatullah hizmeti gibi, adeta Tayyip Erdoğan’ı ve Hükümetini yıktıklarında cennet-i ala’ya ulaşacaklar gibi mücahitane bir şahlanışla saldırıya geçmiş bulunmaktadırlar. Düne kadar en yakınında yer aldıkları Devlet büyüklerinin, (Bakan, müsteşar, genel müdür, müdür gibi) hiçbir ahlaki usul ve esasa bakmaksızın mahremiyetlerini sergilemeye hazır halde ve “güvene dayalı bilgilendikleri bu mahremiyet bilgilerini” ifşa etmeye varan bir pervasızlık ve “Allahsızlık” içeren bir mücadeleye girmişlerdir.
Operasyonun savcısı Zekeriya Öz’ün “Ergenekon'u bitirdim ama bunları da bitireceğim” söylemleri ortalıkta dolaşmaktadır ve hatta Başbakanın Konya’da yaptığı bir konuşmada “Bizim Allahımız var…” diye başlayan konuşmasına aynı savcının “bizim Allahımız yok mu…” gibi ironik ve müstehzi sözü Twetter’lara bile yansımıştır, Tüm varlıklarıyla gazeteleriyle tv ‘leriyle bu konudan hareketle Halk nezdinde Tayyip Erdoğan’ı bitirmeye çalışmaktadırlar. Çünkü “büyük ağabeyleri” öyle istiyor ve onlar da kendi ülkelerinin dibine dinamit de koyulacak olsa bu “kutsal davadan(!)” vazgeçmeyeceklerdir. Fethullah Gülen Amerika’dan sürekli beyanatlarıyla bu ateşi körüklemeye devam etmektedir.
8 OCAK 2014 TARİHLİ YAZIMIZ
17 Aralık’tan 21, 25 Aralık’tan 13 gün sonra o zaman “Cemaat” dediğimiz günümüz FETÖ’cülerinin dost uyarısı nitelikli tehditleri ulaşmaya başladı. Tarafsız olmamım hayrıma lacağından bahisle neden Erdoğan’nın yanında yer aldığım sorgulanmaya ve aba altından sopa gösterilmeye başlanmıştı. Bunun üzerine bu yazıyı kaleme almıştım:
“Hoca efendiye oldukça yakın bir dostum gelip, bana taraf olmamam gerekir iken neden Tayyip Erdoğan'cı tavır aldığımı sordu ve üstü kapalı imalarla ve kendince minik tehditler içerdiğini düşündüğüm söylemler dile getirmeye başladı. Bu meyanda; yaptığım ticaretten tutun da, geçmişimde yaşadıklarımı bile ironik bir şekilde bana hatırlatmaya kalkınca ona kısaca şunu söyledim: “Eğer, iş, dernek, yada özel hayatım da en ufak bir kanunsuzluk bulursanız hiç düşünmeden elinizdeki tüm bilgi ve belgeleri kullanınız lütfen, şayet var da konumum gereği bana kıyak yapıyorsanız, sizleri lanetlerim, yok ise o zamanda lütfen susun… artık sizinle konuşmayacağım.” dedim ve konuşmayı orada sonlandırdım.
Belli ki zamanında telefonlarımı dinlemişler, zira konuşmalarından bunu anlamamak mümkün değil. Sonra düşünmeye başladım, iş hayatında olup telefonunu dinledikleri kaç yüz insan var diye… Gerçi benim son 20 yılımda park ihlali cezası da dahil hiç bir şey bulamazlar, ama ya diğerleri?...
Polisin, adliyelerin tüm imkanlarını kullanarak yaptıkları her şey Anayasa suçu değil mi? Kişi hak ve özgürlüklerine tecavüz değil mi, bireyin haberleşme özgürlüğü ve mahremiyetine saldırı değil mi?...
Bu güne değin bunlar nasıl görmezlikten gelinmiş? Nasıl binlerce insanı fişlemelerine göz yumulmuş? Böylesine bir pervasızlık, hadsizlik, hukuksuzluk devletin hücrelerine hastalıklı bir organizma gibi nasıl sirayet etmiş?...
Şimdi düşündüğümde cemaatin bu noktaya gelmesinde Sayın Başbakan da dahil geçmişteki bütün lider ve hükümetlerin payı var.
Tayyip Erdoğan, bu “devlet içinde devlet” pervasızlığı içeren vesayet anlayışına artık yeter dediği gün, bence ülkemiz için bir milat başlamış, devlet erki devreye girmiştir. Bir nevi “illegal devlet”le tabir yerindeyse “cihat” başlamıştır. Zaten Tayyip Erdoğan adeta “Allah, şirk (ortak), devlet ortak kabul etmez, bu böyle olmalıdır” diyerek, Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve bireylerini özgürleştirici olan bu mücadeleyi başlatmıştır. Adına ne derseniz deyin, ister “örgüt”, ister “paralel devlet”, isterseniz “cemaatin bir kesimi” bu mücadeleyle birlikte adeta “kendini devletin üstünde gören bu zihniyet”in nasırına basılmışçasına, agresifleşmeye ve sağa sola şuursuzca saldırmaya başladıklarını maalesef ki müşahede ediyoruz. Yüzyıllardır devlet geleneğine sahip olan bu ülkenin, bu milletin, bu coğrafyanın bugünlerde yaşadığı dramına üzülerek, ve kahrolarak şahit oluyoruz.
Bu yapı, “her yol meşrudur” dercesine, emniyet, yargı, maliye, ordu, MİT gibi kamu kurumlarındaki uzantılarıyla her türlü manipülasyona girmekte ve kişisel mahremiyet ve ahlaki kurallar dinlemeden, insanlara dünü ve bugünüyle tehditvari bir stratejiyle saldırabilmektedirler. Kaldı ki geldiğimiz noktada, “askeri vesayet”in bitmesi için yapılan ERGENEKON, BALYOZ gibi soruşturmalarda da nasıl manipülatif hareket etmişliklerini, sahte dijital deliller ve belgeler hazırlamış olduklarını yeni yeni görmeye ve duymaya başlamış bulunmaktayız.
Umarım Tayyip bey, bu savaşı ülkemiz adına kazanır, yolsuzluklar bile inanın bu savaşın içinde bence bir hiç…. Zira olay öyle vahim ki, yolsuzlukları er geç çözer ve bunları yapanlara adalet cezasını verir. Ama cemaatin yada camianın veya cemaat içindeki “habis ur” denecek unsurların yaptığı yada yapmaya devam ettiği “meşru devlet”e karşı oluşturulan TERÖR 'ün önünü, bu savaş kaybedilirse kimse alamaz.
Bundan sonra ülkem için ümidim; bu savaşı Tayyip Erdoğan'ın kazanmasıdır, zira “cemaat içinde cemaat” olan bu yapının planları düşünülenden de vahim olabilir. Bu konuda herkesin, her kesimin, son derece duyarlı davranıp el birliği ile, Tayyip Erdoğan'ın ve dolayısıyla da “devletin bekası”nın yanında olması gerekir.
Tüm bu hastalıklı organizmayı devlet aygıtından ve şerikliğinden ayıklarken karşı tarafın bundan sonra can havliyle yapabileceği ölümcül saldırılara karşı da tedbirli olmalı ve müteyakkız hali asla elden bırakmamalıdır. Zira, görüyorum ki bu “kangren” öyle bir hal almış ki, cemaatin bir kesiminin aklı, ruhu ve kalbi körelmiş, tamamen husumet odaklı bir noktaya gelmiştir. Çünkü çok acıdır ama cemaatin içindeki bu “hastalıklı yapı” Araf suresinde zikredilenler gibi gaflet içindedirler (Araf suresi, ayet:179, “kalpleri var idrak etmez, gözleri var görmez, kulakları var işitmez. (İşte onlar gafillerdir”)
Ağa babaları ABD'li NEOCONlar ve İsrail, bu noktada taşeronları olan cemaatin içindeki bu yapıyı asla yalnız ve takipsiz bırakmayacaktır. Ve ne acıdır ki oldukça masum duygularla, kalbi hislerle ve sadece Allah rızasını gözeterek bu davaya gönül verenlere yaşattıkları bu hayal kırıklığının vebalini de veremeyeceklerdir.
Ve artık her türlü insan sömürüsüne, yok olan hayatlara, çarpık ilişkilere, kısaca bizleri aldatıp kandırıp üzerimizden rant elde edenlere, Ülkemizi bölmek, parçalamak yada elde etmek isteyen tüm yapılanmalara karşı hep birlikte DUR demenin zamanı geldi ve geçiyor bile...
3 MART 2014 TARİHLİ YAZIMIZ
17-25 Aralık girişiminden yaklaşık 40 gün sonra geçmişe dair nedametler, pişmanlıklar, aldanmanın acısıyla yazdığım “Nefis Muhasebesi” başlıklı yazımı hala, artan bir yüreğim sızısıyla paylaşıyorum. 15 Temmuz gecesi Şehitlerimizi, Gazilerimizi, ülkemizin yaşadığı işgal girişimini, Sayın Cumhurbaşkanı’mızın “Aldandık, Allah ve millet bizi afetsin” sözünü, düşünerek yürek acısıyla hiç değiştirmeden rikkat ve dikkatlerinize sunuyorum: Ülkemizde, devletimizin kılcal damarlarına 'habis bir ur' gibi, virüs gibi kök salmış 'paralel yapı'yla ilgili özeleştiri ve nefis muhasebesi yapmak istiyor. Çünkü geldiğimiz noktada gördüklerim, yaşadıklarım, bildiklerim geçmişe yönelik vicdanları kanatacak şeyleri hatırlattı bana…
Siz buna günah çıkartma da diyebilirsiniz, benim başlığa yazdığım gibi nefis muhasebesi de!…
Ama ne derseniz deyin, bu özeleştiriyi yapmayı, manen ve vicdanen bir gereklilik olarak hissettim….
Dünya hayatında cereyan eden tüm hadiseler Allahın bilgisi dahilinde olur. İyilikleri de görür, kötülükleri de görür. Kötülük yapanı da görür, kötülüğe ses çıkartmayanı da görür. Çünkü bu hayattaki hiçbir şey tesadüfi olamaz, O’nun bilgisi dahilinde tezahür eder.
Bu girizgahtan sonra günümüzdeki olaylara bir göz atmak istiyorum; Ülkemiz ve Ülke Yönetimi çok kritik bir süreçten geçiyor. 28 Şubat 1997’den bu yana, ülkemiz tarihin en zor ve sıkıntılı sürecini yaşıyor.
28 Şubat Post-Modern darbeden sonra, 2001 Ekonomik krizi sonrası AK Parti iktidarıyla yeni bir sürece girdik. AK Parti iktidarı'nın ilk yıllarında ülkemizin geleneksel vesayet müessesesi olan TSK’nın darbe girişimleri, AK Parti'yi iktidar yaptı ama pek muktedir etmedi. Bu süreçte Cumhurbaşkanlığında da Ahmet Necdet Sezer’in olması bu “askeri vesayeti” sürekli ve güçlü kıldı, hükümetin işlevselliğini sürekli engelledi.
2007'de AK Parti kapatma davası ülkemiz için, ikinci ve çok önemli bir kırılma noktası oldu. Anayasa Mahkemesinde görülen dava sonucu ve bu süreçte Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi ve de yapılan seçimlerde AK Parti’nin ezici üstünlüğüyle bu süreç de aşıldı. Ama “seçkinci ve askeri vesayet” kısmi de sürmeye devam etti.
AK Parti hükümeti her geçen gün "muktedirliğini" pekiştirmeye devam etti. Ta ki 2010 yılındaki Anayasa refarandumuyla, pek çok noktada süregelen geleneksel “vesayet” bitmeye başladı. Bu süreçle birlikte, ülkede Ergenekon, Balyoz vb. gibi davalarla pek çok sivil ve askeri kişi tutuklanmaya, yargılanmaya ve mahkum olmaya başladı. Özellikle Anayasa Referandumu sonrası bu davalar yürütülürken hükümet de, Yargı ve emniyet yetkililerine tam destek verdi. Ama günümüzde yaşanılan sıkıntılar tam da işte bu dönemde oluşturulmaya başlandı. Ama hükümet bunun pek de farkında olmadı, olamadı.
HSYK oluşturulurken bir kesim ya da inanç grubunun (Gülen cemaati) bu kurumda “kümelenmesine” fırsat verildi ve herhangi bir kaygı duyulmadı. “Sorun olmaz, alnı secdeye gelen birinden zarar gelmez” diyerek bu camianın hak etmediği ölçüde hüsn-ü zan besliyordu. Daha sonraki süreçlerde Cemaat her geçen gün kamu bürokrasisinde etkinliği artırmaya başladı. Yargı, Emniyet, Maliye, Tübitak, Savunma Sanayii vb. gibi kritik kurumlarda etkinliğini artırmaya devam etti. Ama hükümet yine fazla ve gereksiz “hüsn-ü zan” duymaya devam etti. Taa ki, 7 Şubat 2012 de, MİT müsteşarı ve iki müsteşar yardımcısı ifadeye çağrılana kadar…
O anda bile Başbakana gelip bizimle alakası yok diyen cemaat müntesipleri nerdeyse bu sıkıntının kendilerinden tezahür etmediğine Başbakan’ı inandıracaklardı…
Ama her şey gün gibi ortada idi. 7 Şubat Mit kriziyle başlayan güvensizlik süreci her geçen gün arttı ve 2013, 17 Aralık sabahı yapılan operasyonla savaş noktasına gelindi.
25 Aralık günü bir başka 'Paralel Savcı'nın yapmak istediği operasyonla iyice kızıştı. Hükümet artık yeni bir vesayetin, daha önce hiç görülmediği şekilde büyümüş, serpilmiş ve hatta kendini yutmak istediğini gördü, yaşadı. Hükümete ve özellikle Başbakan’a yönelik tavırlarıyla halk tabiriyle "gemi azıya" almış olduklarını ve o ana dek iman, İslam, eğitim vb. gibi hizmet görüntüsüyle oluşturdukları 'algı'yla, Türkçe Olimpiyatları gibi PR çalışmalarıyla cilalı yanlarını gösterenlerin aslında arka planda neyi amaçladıkları acı bir şekilde yaşanmaya başladı.
Bu süreçte yıllardır binlerce dinlemeler yapıldığı, devletin güvenliğiyle doğrudan alakalı 'kripto'lu telefonların bile dinlendiği, Başbakan'ı "zamanı gelince" zorda bırakmak için akla hayale gelmeyen ölçüde, ülke güvenliğini hiçe sayan "gözü dönmüşlük" içinde malzeme ve done’ler topladıkları ve sipere yatıp bekledikleri gördü. Daha önce yapılan Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi operasyonlarda da, uydurma delillerle, dijital hilelerle, internet ayak oyunlarıyla, olmayan suç isnatlarını uydurduklarını gözledi.
Yalçın Akdoğan bu durumu, “bunlar TSK'ya da kumpas kurmuşlar” sözüyle deklere etti. Aslında tam da burada “şapkayı önümüze koyup” düşünme dönemi başladı. Bir nevi “kader” tecelli etmeye başladı. Çünkü o büyük operasyonlar yapılırken, o tutuklamaların mağdurları deliller ve yargılama süreci ve de sürecin gizliliğinin ihlaliyle ilgili feryat ederken bizler maalesef ve ne acıdır ki sessiz kaldık. O gün sivil ve askeri kişiliklere, bugün de hükümete ve Başbakana bu operasyonu yapanlar öyle bir “algı operasyonu” yaptılar ki, o dönemde, Başbakan’ı bile bazı şeyleri göremez hale getirdiler. Ne zamana kadar sürdü bu durum….? Ta ki besleyip büyüttüğün canavar, kendine engel olanları parçalayıp yolundan uzaklaştırıp seni hedefe koyana dek… Evet bugün aslında dün yapılması gereken ama adil yargılamayla yapılması gereken “vesayet operasyonu” (Ergenekon, Balyoz gibi...) bile boşa düştü. Artık zihinler haksıza bile haksız diyemeyecek noktaya geldi. “Büyütülen canavar”ın, yani Başbakanın deyimiyle “paralel yapının” ülkeye uyguladığı, yargısal, güvenlik vb. gibi vesayetin yanında hiç hükmüne düştü. Ülke darbeler yaşadı, muhtıralar gördü ama böylesini ilk defa görüyor. Çünkü burada azgın iştahla bezenmiş “kurt” gövdenin içinde büyüdü, gövdenin içinden çıktı.
Bediüzzaman Said Nursi’nin söylediği gibi; “Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi, onun için mukavemet kolaydı, şimdi kurt gövdenin içine girdi, mukavemet güçleşti" Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. "Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder.” Evet şu anda tam da bu yaşanıyor, Said nursi’nin gövdenin içine girdiğini söylediği kurt ne acıdır ki gövdeyi içerden nasıl kemirmiş fark ettirmeden, gövdeyi nasıl içten içe bitirmiş hissettirmeden… Başbakan bunu fark etti ama ne acıdır ki çok geç fark etti...
Bunu fark edince de insan kendi kendine şunu demekten alamıyor; “acaba şefkat tokatları mı yiyoruz, acaba geçmişte suçlu bile olsa suçlanan insanlara suçlarının çok da fevkinde suçlamalarda bulunulmaya, sessiz kalmamızın bedelini mi ödüyoruz?… Acaba darbe teşebbüsünde bulunanlara yapılan orantısız suçlamaların Gayretullah nezdinde bedelini mi ödüyoruz…?”
Evet bürokraside cemaatten olmayanlar, cemaate hayır diyenler, karşı çıkanlar, onların kirli emellerine olumsuz bakanlar bir bir tasfiye edilirken, pasifize edilirken sessiz kalmanın bedelini mi ödüyoruz yoksa… Görmemiz lazım idi bugünleri...
Çünkü görmemiz gereken mercii’lerdeydik ve hala oradayız. Yapılanları ince ince detaylandırıp ayırt etmemiz gerekirdi yapılanlardaki hassas aldatmalar ve dijital operasyonlarla haksız isnatları…
Görmemiz gerekirdi, şüpheliye bile orantısız suçlamanın yanlışlıklarını…
Görmemiz gerekirdi, İlker Başbuğ'lar, Nedim Şener'ler, Ahmet Şık'lar, Hanefi Avcı'lar gibi mağdurların feryatlarını…
Ama nefsimize hoş geldi maalesef, sustuk, sessiz kaldık ve hatta “belki de bizim bilmediğimiz neler yapmışlar ki“ gibi faraziyelerle, yapılanları kendi ruhumuzda, aklımızda tolere etmeye ve aklileştirmeye çalıştık. Göremedik adım adım yaklaşan tehlikeyi, o gün bize muhalif olanlara yapıldığı için sessiz kaldık, yargı eliyle yapılan “yargısız infaz”lara…
Sessiz kaldık emniyetin yaptığı insan onurunu zedeleyici iş ve işlemlerine..
Ve adım adım geldiler; önce ona,sonra şuna, daha sonra ötekine….
Adeta ebabil kuşları gibi oldular, bilemedik bunların tetikçi olduğunu, kamikaze olduğunu, hipnotize edilmiş “haşhaşi” gibi dikte edilen hedefe sorgusuz odaklandıklarını… Ve varlık nedeni hükümete de silah doğrultacaklarını…
Evet şimdi hedefteki, bu canavarı koruyan, besleyen, büyüten hükümet ve başbakan oldu… Canlar yanmaya başladı ve anladık canları yananın acısını…
Dinlediler, takip ettiler, topladılar, heybelerini doldurdular, dinleme kayıtları, şantaj malzemeleri,devletin gizli güvenlik sırlarını.… Ve şimdi ise tehditle, şantajla, oy hesabıyla veya başka Saiklerle yanlarına aldıkları şürekalarıyla (işadamları, medya, yazarlar, CHP, MHP ve diğer iç ve dış destekçileriyle) saldırıya başladılar…
Umarım ve inşallah bu ülkedeki köklü kadim devlet geleneği baskın gelir, halkın sağduyusu üstün gelir, halkımız büyük basiret ve ferasetiyle, Tayyip Erdoğan’ın siyasi karizması, cesareti, mücadele azmi, siyasi dehasıyla; görünmeyen ama şimdi apaçık ortaya çıkan bu “paralel tehlikeyi” görür ve T.C. devletinin yanında yer alır. Çünkü artık sorun hükümet ve Başbakan sorunu olmaktan öteye geçmiş ve devletin beka sorunu haline gelmiştir.
Şimdi okurlarım sorabilir…
Bu bir günah çıkartma mı?…
Evet, adına ne denirse densin, ister günah çıkartma, isterse özür dileme…
Bu yazıyı ben yazdım ve özür de diliyorum.
Sevgili okurlar, gözlerinizi daha fazla yormamak adına bu uzun soluklu makâlenin devamını bir sonraki yazıma bırakıyorum, haftaya buluşuncaya dek Allah'a emanet olun, saygı ve sevgilerimle..
Makâlenin 2. bölümü için lütfen tıklayınız!..
Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.